5 Nisan 2012 Perşembe

Ulus Devletin Bunalımı - I

Günümüz dünyasını tanımlamada artık ulusal sınırlar yetersiz kalıyor. Bir taraftan ekonomik askeri ve siyasi alanlarda uluslar üstü yapılaşmalar temel belirleyici faktör oluyor. Uluslar, artık dünya arenasına bu yapılanma içinde yer alışları ile katılıyorlar. Ekonomik yaşam, çoğu zaman coğrafi yakınlık içindeki bölgesel özdeşleşmeler ile belirlenen ekonomik birliktelikler içinde belirleniyor. Bunu ortak siyasi ve askeri anlayışlar izliyor. Uluslar üstü yönde bütünleşme doğrultusunda gelişmeyi, eş zamanlı olarak ulus içinde, onu oluşturan kesimlerin etnik, bölge, din, dil, vs. gibi unsurlarla belirlenen aidiyetin ön plana çıkması ile bu sefer ters yönde bir ayrışma izliyor. Ulus devleti oluşturan birey grupları, ulusu oluşturan temel kavramlar, merkeziyetçi siyasi yapı, hakim dil ve kültür, vs. gibi olguları kendileri için sınırlayıcı, baskıcı ve artık kabul edilemez nitelikte algılıyorlar. Temelde etnisite, yada ortak bir kökene bağlılık ile belirlenen bu ulus-dışı alt kimlik, giderek ulusal kimliğin üzerine çıkartılıyor ve o etnik grup içinde yer alan kişinin üst-kimliği niteliğine dönüşüyor. Böylelikle ulus devlet, bir taraftan ulus üstü bütünleşme, diğer taraftan da ulus altı ayrışma sonucu bunalıma giriyor.

Şimdi küreselleşme olarak tanımlanan bu sürecin temelinde, 1970’lerden bu yana dünya kapitalizm sisteminde ortaya çıkan temelli değişiklikler yatıyor. Bundan önceki sömürge ve emperyalist ilişkiler döneminde,  mal ve sermaye ihracı, emperyalist ülke sermayesinin,  sömürge niteliğinde yabancı ülke pazarlarına girmesi biçiminde olmaktaydı. Burada mal ve sermaye, kendi ulusal kimliğini koruyor; sömürge ülkelerde elde edilen kazançlar, metropol emperyalist ülkelere aktarılarak sömürü gerçekleştirilmiş oluyordu. Ama, zamanla bu şekilde mal ve sermaye ihracı teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklarla iletişim ve ulaşımda sağlanan gelişmelerin de katkısı ile, artık üretimde uluslar üstü düzeyde bir işbölümünün giderek filizlenmesine yol açtı. Sömürge ülkelerine özgü hammadde, işgücü, bilgi birikimi, vs. gibi olanakları göz önünde bulunduran sermaye, artık kendi sınırını aşarak faaliyetlerini giderek tüm dünya ülkelerini kapsayacak bir düzeye yükseltti.

Bu süreç, aynı zamanda söz konusu ulusal piyasaların her bakımdan metropol sermaye ile bütünleşmesini getirmekte gecikmeyecekti. Ulusal sermaye, giderek her bakımdan uluslararası sermaye ile bütünleşme sürecine girdi. Sömürge niteliğine olan ülkelerde, nitelik bakımından metropol ülkelerle özdeş nitelikte uluslararası sermaye piyasaları oluştu. Ulusal sermaye, bu sermaye piyasaları aracılığı ile uluslararası sermaye ile tam olarak bütünleşti. Bunda kuşkusuz, uluslararası işbölümünün payı çok büyüktü. Metropol ülkelere özgü hakim teknoloji, hakim üretim tarzı, hakim ürünler, kendini aynen sömürge ülkelerinde üretecekti. Uluslararası işbölümü, peşi sıra, sömürge ülkelerde sermaye, üretim, piyasa, para, vs. alanlarında metropol ülkelerle bütünleşmeyi getirdi.

Ulus üstü bütünleşmeyi içeren, ulusal sınırları belirsizleştiren, bununla da kalmayıp ulusal olarak nitelenen değerleri ikinci plana atarak uluslar üstü-bölgesel kültürlerin ve değer yargıların oluşmasına yol açan bu sürecin, eş zamanlı olarak ulusal sınırlar içinde özellikle de ulusu oluşturan etnik yapıların ön plana çıkartılarak bu sefer kendi içinde dağıtılıyor olması da ilginçtir. Ama biraz daha yakından bakıldığında, bunun, gerçekte uluslar-arasılaşma  sürecini tamamlayan bir gelişme olduğu görülecek ve durumun hiç de şaşırtıcı olmadığı anlaşılacaktır. Ulus sınırları, bir taraftan ulus-üstü ekonomik, askeri  ve siyasi birlikler ile belirsizleştirilirken, aynı şey bu sefer ulusu oluşturan – yada oluşturduğu ileri sürülen – unsurlara parçalanarak yok edilmek istenmektedir. Hiç kuşku yok ki bu süreç, esas olarak sömürge ülkeler için geçerlidir.

Ulus-üstü ve ulus-altı ayrışma süreci ayrıntılarına girmeden önce, sermayenin uluslararası işbölümü sürecinde uluslar-üstü nitelik kazanması üzerinde biraz daha durmak ve özellikle bu konuda bazı yanlış anlaşmalara deyinmek gerekiyor. Bu şekilde küreselleşme veya sermayenin ulusal kimliğini yitirmesi vs. gibi tanımlamaların özünde kapitalist işleyiş açısından doğal bir süreç olduğu, onun temel niteliklerinde herhangi bir değişikliği içermediği daha açık bir şekilde ortaya konmalıdır.

Kapitalist sermaye, manifaktür döneminden sonra üretimde iş bölümüne gidilmesi sonucuna pazar için üretim sürecine geçişle  ilk ortaya çıktığı günden itibaren kendine ulusal bir pazar yaratma zorundaydı. Pazar için yapılan kapitalist üretim için böyle bir pazar yaratma çabası, ulus devletlerinin ortaya çıkışında temel itici güç oldu. Sermayenin bu uluslaşma sürecinde, temel kaygının derebeylikler biçiminde bölünmüş ve birbirinden tümüyle soyutlanmış bölgelerin genişletilmesinden ibaret olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, bizatihi sermayenin kendisi ulusal nitelik taşımaz. Bir bütün olarak ulusal kapitalist ekonomilerin ortaya çıkışı, tümüyle bu pazar kaygısı çerçevesinde belirlenir. Pazarda malların değişimi, en başta çok farklı olabilen dil bütünlüğü ile sağlanır. Ulusun biçimlenişi, ortak tarih, dil, kültür ve gelenek, görenek ile tanımlanır. Ama bu unsurların hiç biri, sermayenin oluşumu ve gelişimi üzerinde en temel etkisi bulunmaz.

Ne var ki, ulus düzeyinde örgütlenen sermaye, onun sağladığı her türlü olanaklardan yararlanacak, oluşturduğu pazarını korumak için ulus birliği ve sınırlarından yararlanacak, ulusal birliğin üst yapısını sonuna kadar varlığını sürdürmesi için kullanacaktır. Ama, süreç durmaz ve gelişme devam eder, içine girilen sömürge ilişkileri, sermaye için gerekli kârlılık düzeyini sağlamaya yetmez. Bundan sonraki aşamada, emperyalizm döneminde artık ulus sınırları dışına sermaye ihracı başlar. Bunu, yukarıda kısaca özetlediğimiz uluslararası işbölümü ve sermeyenin uluslar-arası nitelik kazanması izler. Ama, bir kere daha altını çizmek gerekir ki, sermaye, niteliği itibarı ile ilk başta ulusal birliği oluşturan ve bir ulus kimliği sağlayan unsurlardan bağımsız idi ve bu durum, olun uluslar-arası nitelik kazanması ile de herhangi bir şekilde değişmedi. Yani, bu gelişmede sermayenin ulusal niteliğine özgü (zaten olmayan) bir yapısal değişme geçirmedi. Ama, niteliksel olarak tanımlanabilecek tek önemli değişiklik, uluslararası işbirliği oldu. Bu önemlidir, çünkü sermayenin ulus üstü sürecinin geri dönülemez kılar. Üretimin bu iş bölümü, en optimum mal ve emek girdisi bazında bir kez kurulduktan sonra, bu sürecin geriye döndürülmesi mümkün olmaz. Ya bu gelişimini daha da pekiştirir, ya da tümüyle ortadan kalkar.

Buradan şunu daha sonra üzerinde durulacak ulus-altı ayrışma sürecine ilişkin gelişmenin ortaya çıkardığı bir durum ile karşı karşıya kalınıyor demektir. Bu tartışmaya başlamadan önce, yeri geldiği için bu tartışma konusu süreç ile bağlantılı değerlendirmelerin burada yapılması gerekiyor. Bir kere, ulus-altı ayrışmanın, sermayenin ilk ortaya çıktığı dönemdeki uluslaşma sürecinden tümüyle farklı olduğunu belirtmek gerek. Uluslaşma süreci, sermayenin gerektirdiği ölçüde pazarın büyütülmesine yönelik bir çabaydı.[i] Ulus-altı süreç ise, bu pazarın şimdi de uluslar-üstü düzeye getirilmesine aykırı değil, tam tersine onu tamamlayan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.[ii] Zira bu ayrışma, sömürge ülkelerdeki ulusal devletleri her bakımdan parçalayan ve hatta kimi zaman onun yok olmasına yol açan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.

İkinci olarak yeni süreçle bağlantılı yanlış anlaşılma, sermayenin nitelik değiştirmesi ile ilişkilidir. Sermayenin uluslar-arasılaşması, onun nitelik değiştirmesi anlamında kullanılmaz,[iii] ama kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkan bir nitelik değiştirme ile bağlantılı bir durumu yansıdır. Bu da yukarıda belirtilmiş olduğu gibi, işbölümünün uluslararası düzeyde yeniden tanımlanması olarak karşımıza çıkar. Buradan hareketle, sermayede tarihsel nitelikte köklü bir değişikliğin olduğu ve bir uluslar-üstü kapitalist sınıfın ortaya çıktığını söylemek doğru olmaz. Uluslar üstü şirketlerin ortaya çıkışı, uluslararası piyasaların hakimiyeti, vs. sermayeye yepyeni bir nitelik kazandırmaya yetmez. Sermaye için pazarın ulusal düzeyden uluslararası düzeye çıkması, onun tabi olduğu nesnel koşullarda herhangi bir değişiklik getirmez. Nitekim, ulusal düzeyde pazar sorununu çözümlemesinin ardından ilk adımda mal ve ikinci adımda da sermaye ihracı ile zaten uluslararası boyutlara taşınmış bulunmaktaydı.

Ama yaşanan bu uluslararasılaşma, esas olarak sermayenin uluslararası işbölümü ile kendini göstermektedir. Bu durum,  sermayeye karşı yapılacak emek mücadelesinin, artık uluslararası düzeyde yürütülmesinin kaçınılmazlığını bir kere daha ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde, sömürge ülkelere özgü “ulusal” nitelikte olan, ve uluslararası emperyalist sermayeye karşı proletaryanın yapacağı mücadelede kimi zaman etkisizleştirilmesi gereken yada kimi zaman da işbirliğine gidilmesi gereken[iv] ulusal sermayenin tümüyle ortadan kalktığını göstermektedir. Bir başka deyişle, ulus-altı ayrışmaya ideoloji, siyaset ve parasal kaynaklarla destek sağlayan etnik kökenli burjuva çevrelerin gerçekte artık ulus projesini tasfiye eden uluslararası sermayenin uzantıları olduğu açıklıkla ortadadır.[v]

Ulus-altı Ayrışma Süreci

Yukarıda ulus-altı ayrışma sürecinin, uluslar-arasılaşma süreci ile bir zıtlık oluşturmadığı, ama gerçekte onu tamamlar nitelikte, sermayenin ulusal devlet projesini artık rafa kaldırdığı bir döneme özgü süreç olduğu belirtilmişti. Bu konuda ayrıntılara geçmeden önce, bu varsayımın içerdiği temel bileşenlere bir kez daha bakmakta yarar var.

Bunun için en basitten karmaşığa doğru tek tek bu bileşenleri ele alalım. Süreç, daha önceki dönemde emperyalist – sömürge ilişkilerindeki yapıyı korumaktadır. Yani, ayrışma süreci, sömürge ülkelerde ortaya çıkarken, metropol ülkeler, bunun dışında kalmaktadır. Tersine, daha sonra da üzerinde duracağımız gibi, böyle bir ayrışma sürecini yürürlüğe koymak için gerekli olan koşulların yaratılması bakımından metropol ülkelerdeki ulusal bütünlük ulus devletin polisi, askeri ve siyasi yapının yeniden biçimlendirilmesi anlamında buna bağlı olarak yeniden tanımlanmaktadır. Metropol merkezlerde geleneksel sınıf uzlaşmacılığına dayalı “demokratik yapılar” rafa kaldırılmakta, sınıf çelişkilerinin yükselmesi pahasına sınıflar arası barış siyasetinden ve buna dayalı demokratik söylemlerden vazgeçilmekte, siyasi örgütlenme, buna bağlı olarak merkezde iki parti, başkanlık sistemi, parlâmenter sistemin sulandırılması, vs. gibi yöntemlerle metropol-ulus devleti adına güçlendirilmekte, sınıf örgütleri için getirilen özgürlükler kısıtlanmakta, ülke temelde güçlü polis ve asker devleti haline dönüşmektedir.

Varsayımda, metropol ülkeler için tanımlanan bu sürecin, sömürge ülkeler için tam tersi bir seyir izlediğini görmek olasıdır. Bunları tek tek saymaya gerek yok. Bu konuda sömürge ülkelerde hızlı bir değişim süreci yaşanıyor. Ulus devletinin giderek çözülmesine yol açacak her türlü yeniden yapılanma sürecinin hızlı bir şekilde ortaya çıktığı görülüyor. Durumu göre, görece demokratik yapının dejenere edilmesi için her yol denenirken, örneğin, geleneksel kuvvetler ayrılığı ilkesi iğdiş ediliyor ve devletin işleyişi, çok kolay maniple edilebilir merkezi yapıya dönüştürülüyor. Ama aynı zamanda buna zıt nitelik taşıyan yerel yönetimlerin yaygınlaştırılması sürecine gidiliyor.

Etnik ayrışma sürecinin bir başka bileşeni, etnik grup ile metropol ülke arasında sömürge-ulus devlet aleyhine sağlanan işbirliğidir. Gerçekten de bu durum, burjuvazinin sömürge ülkelerde ulus projesine son vermesi projesinde yararlandığı en temel araçların başında gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, da, bu özgün husus, tüm bu çalışmanın kilit noktasını oluşturmaktadır.

Bugün, devletler hukukunda, her ülkenin diğer ülkeler içinde en genel anlamıyla ortaya çıkan ulusal çıkarlara aykırı olsun olmasın, her türlü muhalif hareketi ve onun temsilcilerini desteklemesinin meşru bir davranış olduğu neredeyse yaygın kabul görmüş bir anlayıştır. Ancak,  elbette, bu yaklaşımın da kabul görmeyeceği belli bir sınırı vardır. Bu da, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışır nitelik taşıyan hareketlerde bulunmamasıdır.

Ne var ki, bir metropol-sömürge ilişkisinde uluslararası kabul görmüş diploması yada hukuk kurallarının geçerliliği bu ilişkinin ne düzeyde bir bağımlılık ilişkisi içeriyor olmasına bağlı olarak belirlenir. Bu bağımlılık ilişkisi, mal ve sermaye, teknoloji vs. ihracı düzeyinden, fiili işgale kadar değişebilir. Yeterli düzeyde manda bağlantısı biçiminde yürütülen bu ilişkilerde hiç bir diploması kuralı endişesi taşınmaz. Kimi zaman da bu örtülü bir manda ilişkisi niteliğindedir. Bu durum, ülkenin tümüyle uluslararası sermayeye bütünleşmesi, onun yaşam tarzını özümsemesi, ona askeri, lojistik ve istihbarat destek ve üstleri sağlaması niteliğinde yansıyan örtülü bir manda durumunda da olabilir. Böyle bir durumda da uluslararası diplomasi, gösterilen belli bir hassasiyetin ötesinde tümüyle meşru çizgileri göz ardı edilerek yürütülür.

Bu ilişki kendini ilginç bir zıtlık niteliğinde yansıtır. Metropol ülke, kendi içinde hakim uluslara, alt-uluslar aleyhine her türlü ayrıcalıkları tanırken, sömürge ülkelerde bunun tam tersini yapar. İnsan hakları ve demokrasi adına etnik baskılara son verilmesi, bölgesel özerklik  veya federal örgütlenmeye gidilmesi ve gerçekte ulus devletin parçalanmasına yönelik önlemlerin yürürlüğe sokulmasını ister. Sömürge ülke, tipik olarak azgelişmiş kapitalist ülke niteliğindedir ve uluslararası sermayenin tam hakimiyeti altında belirli yüzeysel nitelikteki kaydedilen gelişmelerin ötesinde, yaygın bir yoksulluk, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi çarpık bir yapı sergilemektedir. Kimi zaman bu çarpık yapı, kendilerine “etnik azınlık” olarak ortaya atılan bölgelerde göreceli olarak daha belirgin ortaya çıkar.

Kısaca, metropol ülke, sömürge ülke içinde etnik sorunun gündeme getirilmesi için elinde yeterli malzeme bulunmaktadır. Bunun için gerçekte, çok fazla uzağa gitmesine de gerek yoktur. Kapitalist eşitsiz gelişme, metropol ülkenin kendi içinde de nüfusun önemli bir kesimini kapsayan milyonlarca insanın işsizlik, yoksulluk, açlık sınırında sefalet içindeki yaşamalarına yol açmaktadır. Uzunca dönem, çok kanlı çatışmalar seviyesine çıkabilen bu tür etkin karışıklıklar yaşamıştır ve şimdi nasıl etnik sorunu bunu sömürge ulus devletlerinin çözülmesi için kullanılacağını pek iyi bilmektedir.

Son olarak, bir taraftan ulus-üstü bütünleşme ve diğer taraftan ulus-altı ayrışma eş zamanlı sürecini varsayımında yer alan unsur olan ulus devlet ile ilgili durumu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Eşzamanlı süreç varsayımına göre, uluslararası sermaye, artık ulus-devlet projesini tasfiye etmektedir. Peki, neden buna gerek duyulmaktadır? Sömürge ulus devlet, neredeyse tümüyle uluslararası sermayenin güdümünde olduğuna göre, tasfiye edilmesine neden gerek duyulmaktadır? Ulus devletin tasfiyesi hangi bakımlardan sermayenin uluslararasılaşması, yada bir başka deyişle, uluslararası işbölümünün sağlanması açısından gerekli olmaktadır?

Ulus Burjuva Devletin Tasfiyesi

Öteden beri, uluslararası sermayenin yeniden yapılaşması – küreselleşme hedefi doğrultusunda, bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devletin küçültülmesi, sol kesiminde uluslararası sermaye için yeni yatırım alanları açılması, işçi sınıfına saldırı, işçilerin işten atılarak açlığa mahkum edilmesi, vs. olarak değerlendirildi. Kamu kesiminde yaşanan özelleştirme ve küçülmeye karşı halkın geniş bir kesiminde oluşan tepkiye paralel olarak sol partiler, devlete  sahip çıkma misyonunu üstlendiler, parti programlarının birinci maddesi olarak özelleştirmeye karşı siyasetler geliştirdiler.

Hiç kuşku yok ki, kamu kurumu niteliğinde ve çok geniş istihdam olanaklarına sahip şirketlerin özelleştirilmesi ve bunun ardından bu şirketlerde yoğun işçi çıkartılması veya kimi zaman bu şirketlerin kapatılması sonucunda çalışanların işlerine son verilmesi; öte yandan sosyal devlet niteliği itibarı ile devletin üstlenmiş olduğu sağlık, eğitim, vs. gibi alanlarda verilen hizmetin kapsamlı bir özelleştirmeye tabi tutulması veya tümüyle olmasa bile, kâr amacına yönelik özel sermayenin faaliyetine açılması; bütün bunlar tam anlamıyla sermaye ve paranın her şeyden ön planda tutulduğu kapitalist sistem ve onun sözde sosyal devlet anlayışının kaçınılmaz sonuçlarıdır ve bu nedenle de hiç kuşku yok ki geniş kesimlerin haklı tepkilerini çekecektir. Ne var ki, bunu yaparken, aynı zamanda da “kapitalist” özü itibarı ile  devletin halka en temel ihtiyaçları götürmede neden böylesine aciz olduğunu,  uluslararası sermayenin küreselleşme sürecinde karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bunun tüm kapitalist dünya ulus devletlerine ne şekilde yansıdığını da aynı ağırlıkta göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak böyle yapıldığı zaman, gerçekte uluslararası sermayenin öncülüğüne yapılan işçi sınıfına saldırının boyutları ortaya çıkartılabilir ve buna karşı doğru sınıf tavrı konabilir.

Ulusal devletlerin her alanda küçülmesi ve sosyal nitelikli hizmetlerin de sağlanması dahil, geleneksel kamusal alandan uzaklaştırılması ve sadece ülkenin askeri, savcısı ve polisi konumuna indirgenmesinin, uluslararası sermayenin karşı karşıya kaldığı tarihsel dönüşüm zorunluluğu karşısında temelde devlet ile olan geleneksel birlikteliğine gözden geçirmekte olması, ve şimdiye kadar kapitalizmin savunulmasına yönelik tekelci devlet kapitalizminin artık sona ermesinin yattığını görmek gerek. Bu zorunluluğun nedenlerini bulup ortaya koymak ve buna göre sınıf hareketinin hedeflerini daha tutarlı belirlemek de en onun değişimine karşı çıkmak kadar kaçınılmaz bir zorunluluk. Aksi taktirde, olayların temelinde yatan olguların ne olduğu göz ardı edilir, sonuçla işçi sınıfı ve emekçileri doğrudan ilgilendiren yüzeysel sonuçlara bakılarak “sol popülizmden” öte sağlıklı bir sınıf tavrı belirlemek mümkün olmaz.

Biraz daha yakından bakılırsa görünen şudur: Devletin öteden beri gelişen işçi sınıfı hareketi karşında zorunlu olarak girdiği tekelci devlet kapitalizmi niteliğini yitirmektedir. Finans kapital, sermayenin sınıfsal egemenliğini orta sınıflarla göreceli ittifak içinde temsil etme geleneksel niteliğini terk etmekte, orta sınıf ile bu tarihsel ittifakını bozmakta ve bunun sonucunda da devletin daha önce gereksinim duyduğu güçlü yapısından arındırarak küçültmektedir. Görüleceği gibi bu durum, işçi sınıfının yanı sıra toplumdaki tüm sosyal sınıflar ve onların siyasi temsilcilerini ilgilendiren bir sorundur.  Ancak bu gelişmede işçi sınıfının konumu çok farklı ve  bunun üzerinde önemle durmak gerekiyor: İşçi sınıfı, başta tüm emekçiler olmak üzere, kendisi dışında tüm toplumun sınıf ve çıkarlarına uygun düşecek tarihi bir hedefe; yeni bir toplum kurma hedefine yönelir. Ulusal devlet ile ilgili karşılaşılan yeni gelişmeler bağlamında  işçi sınıfı, ortaya çıkan bu yeni durumu yalnızca kısa vadeli çıkarları doğrultusunda değil, ama aynı zamanda bu tarihsel perspektif içinde kalarak; yani kapitalizmin ayakta kalması için ulusal devletlerle yaptığı zorunlu işbirliğin sona erişi perspektifi içinde bir değerlendirme yaparak stratejisini belirlemelidir.

Burada söylenmek istenen şudur: toplumlar kaçınılmaz olarak kesintisiz bir hareketlilik ve bir gelişme süreci içindedir. Bu gelişme süreci içinde, kimi  zaman çıkarları bu gelişme sürecinde ortaya çıkan değişikliklere uygun olmayanlar olacaktır ve bunlar bu gelişmeyi engellemeye çalışacaklardır. Kuşkusuz, toplum içinde yer alan her kesim gibi, işçi sınıfının da bu gelişmelerden olumlu yada olumsuz etkilenecektir. Ancak işçi sınıfının, gelişme süreci içinde ayakta kalamayacak ve yok olmaya mahkum olan belirli kesimlerin gelişme sürecine ayak diretmesinde takınacağı tutarlı tavır onun uzun vadeli, tarihsel çıkarları açısından çok önem taşır. Bu bakış açısından ele alındığında, ulusal devletlerin küçültülmesi, sermayenin artık orta sınıflar ile olan tarihi uzlaşmasının zorunlu olarak  sona erdirmesi anlamına gelmektedir. Kapitalizmin, toplumlarda geniş bir kesimi oluşturan orta sınıflara sosyal devlet aracılığı ile sağlanan güvenceler artık sağlanamaz duruma gelmiş ve işçi sınıfı hareketine karşı durmak için gerçekleştirilen orta sınıf ile   zorunlu ittifak yine bilinen zorunluluklarla sona ermiştir. Sosyal devlet  safsatası ile ve esas olarak orta sınıflara sağlanan iş güvencesi, eğitim ve sağlık hizmetleri, vs., artık kapitalist sistemin ödeyemeyeceği kadar ağır yükler haline gelmiştir. Sözde sosyal devlet niteliği ön plana çıkan zengin ülkelerde artık içine düşülen kapitalist ekonomik bunalımdan çıkılmak için son çare olarak bu yükten kurtulmak istenmektedir. Uluslararası sınıf hareketinden gelen tehditlere karşın uluslararası sermaye, artık bu yükü kaldıramaz hale gelmiş ve bu tarihi ittifakı bozma yoluna girmiştir. Bu yeni durum karşısında işçi sınıfı, kendine bu koşullar altında yeni hedefler belirlemelidir.

_____________________

[i] Bu öylesine güçlü bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı ki, pazarın büyütülme çabası, ulusları aşarak aralarında hiç bir yakınlık olmayan bir kaç ulusu bir araya getiren imparatorluk oluşturma biçimine dönüşmüştü. Bir bakıma erken-küreselleşme olarak nitelenecek bu imparatorlukların ulus temelinde olmaması nedeniyle kararlı bir yapı sergilemediği, hatta kimi zaman onu engelleyici nitelik taşıdığı (doğu imparatorlukları örneğinde olduğu gibi) anlaşılacaktı.

[ii] Sermayenin uluslar-arasılaşma süreci öncesinde, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri, genelde anti-emperyalist bir nitelik taşımaktaydı. Oysa, günümüzde, etnik ayrışma sürecine giren alt-ulusların hemen hemen tümünün artık giderek tek merkezli bir yapı kazanan uluslararası sermaye yandaşı olması ilginçtir.

[iii] W. I. Robinson, J. Harris, “Toward a Global Class”,  The Journal Science and Society, Vol. 64, sayfa 11-54. Robinson ve harris, uluslar-üstü kapitalist sınıfın  doğuşu, çok uluslu şirketlerin yaygınlaşması, doğrudan yabancı yatırımların artması, uluslararası özel şirketler ve sermaye kuruluşlarının yaygınlaşması süreci sonucunda ortaya çıktığını söylüyorlar. Öte yandan, uluslararası şirketlerde çeşitli biçimde satın alma, şirket evlilikleri ile ortaya çıkan birleşmelerin buna kanıt olarak gösteriyorlar. Ne var ki, bütün bunlar, sermayenin azalan kâr oranları karşısında daha büyük bir pazar arayışı içine girmesi, öte yandan sermayenin giderek daha az bir kesimin elinde birikmesi gibi kapitalizme özgü bir gelişme ve kapitalist sermayenin oluşumunda bir yenilik anlamını taşımıyor.

[iv] J. Woddis,


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder