23 Aralık 2012 Pazar

Sürdürülebilir İktisat ve Marksizm - I

Dünya nüfusu geometrik bir hızla, yani katlanarak artıyor. Ama aynı zamanda iktisadi faaliyetler ve buna paralel insan refahı giderek artış gösteriyor. Bu koşullar altında toplumlar, insan ihtiyaçlarının karşılanmasında içine girdikleri üretim faaliyetlerinde giderek daha fazla mevcut kaynaklar ve doğal yapı tarafından belirlenen sınırları zorlar hale geliyorlar. Bu nedenledir ki, bir hayli zamandır bu durumun artık daha fazla devam edemeyeceği ile bağlantılı olarak sürdürülebilir ekonomi üzerinde tartışmalar başlatıldı.
 
Sürdürülebilir ekonomi, insan ihtiyaçlarının sadece bugün için değil, ama gelecekte de doğa ve çevre koşullarının korunduğu bir ortamda yürütülmesi gerçeğini dile getiren bir kavram. Bu doğrultuda, eğer bir iktisadi faaliyet kapsamında yenilenebilir kaynakların kullanımına yönelik yöntemler geliştirilebiliyor ve bu faaliyet sorumluları, faaliyetlerini insan ve çevre üzerinde etkileri göz önünde bulundurur biçimde yürütebiliyorlarsa, o faaliyetin sürdürülebilir nitelikte olduğu belirtiliyor.
 
Paul Burkett, Monthly Review’de yer alan kapsamlı çalışmasında, Marksist sürdürülebilir iktisadi faaliyetler konusunu ele alıyor. Burkett’in bu yazısı, Marksizm’in modern yorumu bağlamında oldukça ilginç ve bu nedenle üzerinde ayrıntılı olarak ele alınmaya değer nitelik taşıyor.[i]
 
Marksizm’in modern yorumu dendiğinde, onun aradan geçen bir buçuk asır sonrasındaki koşullara uyarlanması akla gelmemeli. Sürdürülebilir ekonomi kavramı, günümüz koşullarında, dünya nüfusunun muazzam artışı sonrasında, insan ihtiyaçlarının karşılanması için de aynı ölçekte iktisadi faaliyetleri gerektirir olması ile ortaya çıkmış bir kavram. Ölçeklerin bu denli artışı, temel enerji kaynağı olan fosil yakıt kullanımını olağanüstü artırdı ve oluşan sera gazları nedeniyle küresel ısınmaya yol açtı. ısınmanın yol açtığı iklim değişiklikleri, üretimde kullanılan kimyasalların olağanüstü artışı ve güneşin zararlı etkilerini önleyen ozon tabakası ile birlikte bu yüzyılda kendini gösteren belli başlı sorunlar oldu ve ulaştığı boyutu ile de artık insanlık için tehdide dönüşmüş durumda.
 
Burkett’in bu bağlamda konuyu ele alışı, sürdürülebilirlik açısından Marksizm’in getirdiği yorum veya çözüm önerilerinden daha farklı bir amaca yönelik. Sürdürülebilirlik kavramını günümüzde yansıdığı biçimde görünür etkileri bağlamında ele almıyor. Ama gerçekte sürdürülebilir ekonomi kavramı, Marksist artı değer kuramı ile yakından ilişkili ve Burkett konuyu bu açıdan ele alıyor. Marksizm’in orijinal ilkelerini bir kez daha hatırlatarak onu sürdürülebilir ekonomi kavramı ile ilişkilendiriyor.
 
Aşırı üretim ve sürdürülebilirlik
 
Artı değer, adı üzerinde; üreticilere gerekli olanın üzerinde ve ötesinde olan bir artık toplumsal ürün. Bu artı ürüne sermayedar sahip çıkıyor ve bu onun kârını oluşturuyor:
Bir toplumda esas olarak sermayedar dışında,  herkes bir biçimde üretim faaliyetine katılıyor. Çünkü sermayesi olmadığına göre, başka türlü geçimini sağlaması mümkün değil. Üretim faaliyeti sonucu üreticiler, emeğinin karşılığında eksiği ile fazlası ile kendisine layık görülen ücret karşılığında yaşamlarını sürdürecek ürünlere sahip oluyorlar. Ama ürettikleri üründen kendilerine ödenen ücret dışında kalan kısım olan artı değer, tümüyle sermayedarın oluyor. İşte toplumsal üretimin sermayedarın el koyduğu kısmı, eğer tek başına kapitalist sınıf tarafından tüketilmemiş ise,  kapitalistler dahil, tüm toplum için aşırı ve gereksiz oluyor.
 
Sürdürülebilir ekonomi bağlamında karşılaşılan sorunların doğrudan bu aşırı ve gereksiz toplumsal üretim ile bağlantılı olduğunu görmek gerek. Eğer, üretimin artı değeri yaratan kısmı engellenirse, bu ölçüde iktisadi faaliyetlerin doğa, çevre ve insan yaşamı üzerinde etkileri azaltılabilir ve belki de, yaşanan sorunlar tümüyle ortadan kalkabilir.
 
Sermayenin el koyduğu artı değeri-aşırı ve gereksiz üretim biteviye artırma çabası nedeniyle gündeme gelen sürdürülebilir ekonomi tartışmalarına karşı savunmaya geçen burjuva ideologları, buna karşı Marksizm’i dünyada var olan kaynakların sınırlı olduğu gerçeğini görmemekle suçlamaktalar. Böyle bir yargıya nasıl vardıklarını anlamak mümkün değil, ama Burkett’in bu bağlamda getirdiği Marksist bakış açısı üzerinde enine boyuna durulmaya değer nitelikte.
 
Denetimsiz piyasa ile yaşanan riskler
 
Bilindiği gibi, piyasa için üretim mantığında, her türlü denetimin dışlanması yatar. Piyasada nasıl işlediği belli olmayan görünmeyen elin dışında, hiçbir denetim kabul edilemez. Denetimin sadece ve sadece piyasanın görünmez güçleri yapıyor olmalıdır. Bu mantık, öylesine tabu haleni getirilmiştir ki, 1929 bunalımı iyice derinleşip dal budak saldığı halde bile hiç kimsenin aklına piyasalara müdahale etme fikri gelmemiştir. Bu durum bir taraftan piyasalar tümüyle çöker, insanlar işlerini kaybeder ve sefalet içine düşerken diğer taraftan da ürünlerin satılamadığı için denize döküldüğünde bile bozulmadı. Ama sonunda müdahale geldi; çünkü artık piyasalar dahil kapitalizm adına sıkı sıkıya sarılacak ilke, vs. kalmamıştı. Sonunda bizzat müdahale kavramının serbest piyasa mantığı ile bütünleştirilebilir olduğu düşünüldü. Bu değerlendirme  ile ortaya çıkan Keynesçi anlayış, gerçekte yine serbest piyasayı kollamak mantığı ile ve piyasacılık çizgisini terk etmiyordu. Her ne ise, bu yaklaşım işe yaradı ve kapitalizm uçurumun kenarından döndü.
 
Günümüzde, sürdürülebilir iktisadi faaliyet tartışılıyorsa, akla ilk gelen piyasanın denetimi olmalıdır. İlk aşamada  kapitalist üretim faaliyetlerinin denetlenebilir olması esastır. Bu sadece ne olup bittiğini anlamak için gerekir. Ancak böylelikle durum masaya yatırılabilir ve doğal çevre için tehlikeli nitelik taşıyan faaliyetlerin belirli sınırlar içinde kalmaları, bunu sağlayacak gerekli filtreleme, geri kazanma, yeniden işleme yada farklı bir teknolojik süreç uygulama yöntemi ile küresel ısınmaya neden olacak sera gazlarının oluşumunun engellenmesi yöntemleri geliştirilebilir.
 
Oysa piyasa ekonomisini esas alan mantık, bu tür kirleticilerin denetlenmesine geçit vermez. Gerçekten de ABD, sera gazlarının yayınımının engellenmesini öngören Kyoto Protokolü'ne taraf olmamakla direnmektedir. Oysa ABD, dünyanın en büyük çevre kirleticisi ülkedir.
 
Planlı ekonominin erdemleri
 
Tersine komünist sistem, planlı ekonomiyi esas alır. Burada denetim işlevi artık tümüyle gereksiz hale gelir. Çünkü planlı ekonomilerde denetim daha ilk adımda gerçekleştirilmekte ve bundan sonra bir daha denetim yapılmasına gerek kalmamaktadır. Bir üretim faaliyeti ile bağlantılı olarak, toplumun ihtiyaç duyduğu üretim miktarı, bunun için gerekli tesis sayısı ve bu tesislerden kaynaklanacak kirlilik miktarı ile ilgili tüm veriler daha masa başında plancının karşısındadır. Bu koşullarda, araya hiçbir piyasa, vs. müdahalesi veya maliyet/karlılık ölçütleri söz konusu olmaksızın, ihtiyaç duyulan üretim ve bunun sürdürülebilir iktisadi faaliyet bakımından toplum ve çevreye olan maliyeti ortaya konur. Artık bundan sonra, bu bedelin kabul edilebilir, yani sürdürülebilir düzeye getirilmesi için hiçbir engel kalmamaktadır. Toplum eğer bir ihtiyacının giderilmesi için karşı karşıya kalacağı mahzurlara karşılamaya hazır ise, onu karşılar. Eğer değilse, onun insan ve çevreye olan külfetini göze alır.
 
Piyasa ve planlı ekonomiler kıyaslaması açısından ele alındığında, kapitalist toplumun artık miadının dolduğu, toplumların behemehal planlı ekonomiye geçme zorunluluğu olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Gerçekte, Kyoto Protokolü gibi, küresel çaptaki düzenlemeler de, bundan başka bir şey değildir. Kyoto Protokolü’nün ana mantığı böyle bir denetimdir. Üretimden kaynaklanan kirleticiler ve sera etkisi yapan karbondioksit yayınımının aşağı çekilmesi doğrultusunda denetim talep edilmektedir. Bu bağlamda Kyoto Protokolü, şimdiye kadar küresel piyasalara yapılmış en büyük müdahalelerden birini oluşturmaktadır. İlk defa bu denli kapsamlı bir düzenleme ile piyasa mantığı dışına çıkılmakta ve piyasa için yabancı nitelikte bir müdahale yapılmaktadır.
 
Ama kapitalist üretim için artık böylesi kapsamlı müdahalenin yapılması kaçınılmaz hale gelmiştir. Aksi taktirde, her yıl küresel iklimin ısınması tüm dünya iklim dengelerini alt üst etmeye adaydır.  Kapitalizm, artık tüm dünya için yıkıcı olmaya başlamıştır ve insanlığın geç kalması halinde bunun nereye varacağı bilinmemektedir.
 
P. Burkett, doğa ve doğal kaynaklar konusunda Marx’a yöneltilen eleştirileri özetliyor. Kimilerine göre,  Marx’ın yeni sosyalist insan yaratma kaygısı, onu insanın her türlü ihtiyacını karşılama anlayışına götürmüştür. Bu durum her ne pahasına ekonomik büyümeyi toplumun önüne vazgeçilmez hedef olarak koyar. Oysa çevre konusunda var olan sınırlamalar, Marx’ın ileri sürdüğü tarihsel zorunluluk ile çelişmektedir. Kimi Marx’ı bilimsel ve teknolojik devrimin yararları abartmakla suçlar. Güya ona hakim olduğu ölçüde insanoğlunun özgürlüğünü kazanacağını söyleyen Marx, bu konuda doğaya haksızlık yapmıştır. Kültürel çevreci olarak bilinen V. Ferkiss, “Marx ve onun günümüz izleyicileri, bir bakıma modern teknolojiye tapıyor gibidirler” demektedir. Ferkiss’e göre bu nedenle, Marksistler, modern toplumların teknoloji esasında oluşturulması eleştirilerine katılmayan liberaller ile aynı safta yer almış oluyorlar. Bir başka çevreci bilim adamı “Komünist üretim tarzı, olası ve fiili kaynak yetersizliğini göz ardı etmiş görünmektedir” demektedir. Bir başkası ise, Marx’ın komünizm öngörüsünü “yoğun enerji ve çevresel yıkım anlayışı ile anti-çevreci otomasyon cenneti” olarak değerlendiriyor.
 
Herkese ihtiyacı kadar
 
Doğa ve insan ilişkileri bağlamında Marksizm’i tümüyle insan ihtiyacı esas almakla suçlayan bu eleştiriler inanırlığını abartılı olmaya dayandırmış gibidir. Sanki gerekçe olarak insan ve toplum dışında bir amaç olabilirmiş, yada çevre de en az insan kadar önem taşırmış savını öne süren bu görüşler, temel bir gerçeği göz ardı ediyor:  İnsan topluluklarının var oluş amacı insan ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Eğer çevre sorunu bir önem taşıyorsa, bunun nedeni, insan için kaçınılmaz olmasıdır.
 
Kimilerinin determinist olarak değerlendirdiği bu görüş, gerçekten de Marksist anlayışın en temel varsayımlarından biri, belki de birincisidir. Marksizm’in bütün çabası, bunu en kabul edilebilir biçimde yapmaktır. Yani, herkese ihtiyacı kadar; ne eksik ne de fazla. Bu amacın hedeflenmesi bugün olduğundan daha fazla üretim ve dolaysı ile daha fazla çevre kirliliği anlamına gelebilir.  Ne de olsa, dünya yüzeyinde hatırı sayılır ölçüde temel beslenme, barınma ve insanca yaşama ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar bulunmaktadır.
 
Marx’ı doğal kaynakların sınırlı olduğunu görmemekle eleştirenler bunu kasteder gibidir: Eğer komünizm, bütün bu insanların ihtiyaçlarını karşılamak iddiasındaysa, o zaman doğa bugün olduğundan çok daha fazla tahrip edilecektir!
 
O zaman soru,  herkese ihtiyacına göre ilkesi uyarında insanlığın tüm ihtiyacının karşılanması hedefi pahasına da olsa, çevrenin tahrip edilmesine göz yumulabilir mi olarak sorulmalıdır.
 
Ama bu durumda sürdürülebilirlik tartışmalarından çıkılmakta ve insan topluluklarında insan ihtiyaçlarının ne ölçüde karşılanabilir olduğuna gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Marx’ı eleştirenler, bugün kapitalist sınıflı toplumu veri olarak kabul etmektedir. Buna göre, belli sınıflar tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir olacak, kimileri ise bu ayrıcalıktan çevre sorunları nedeniyle yararlanamayacaklardır.
 
Demek ki, sorun dönüp dolaşıp kapitalizmin ilk ortaya çıkışı ile birlikte yaşanan tarihsel süreci de içine alan sınıflı toplum ve sınıflar arası mücadele gibi temel soruna indirgenmektedir.
 
Devam etmeden önce bir hatırlatma yapmakta yarar var. Marksist herkese ihtiyacına göre ilkesi, zımnen doğal kaynakların sınırlı olduğu gerçeğini göz önünde bulundurur. Bunun aksini düşünmek mantıksızdır; çünkü insanın doğada olmayan bir kaynağı talep etmesi düşünülemez. Söz konusu ilke, ihtiyacı kadar anlamı yanı sıra, “mümkün olduğu kadar” anlamını da taşır. Bunun aksi anlamsızdır. Öte yandan, tüm toplumun ihtiyacını belirlerken, esas alınacak olan ihtiyaçlar listesi değil, ama bir toplumda zorunlu harcamalar ve çalışamayacak durumda olanların ihtiyaçlarının karşılanmasından sonra, geri kalan ürünün ortak paylaşımı anlamındadır. Eğer bu tüm ihtiyaçları karşılamıyor ise, buna razı gelinecektir. Yoksa ihtiyaç listesinin belirlenmesinde, sınıflı toplumlarda hakim sınıfların yaşam tarzları esas alınmayacaktır.
 
P. Burkett de, doğal kaynakların sınırlı olduğu gerçeği ve buna yönelik eleştirileri kabul ediyor ve bu husus hariç olmak üzere, Marksist sürdürülebilir iktisada yönelik eleştirilerin tersine Marksist komünist toplumun sürdürülebilir olduğu gerçeğini üç ayrı başlıkta ele alıyor. Şimdi biz bunu yazının bir sonraki sayıda yayınlanacak ikinci bölüme bırakarak, doğal kaynakların sınırlılığı konusu üzerinde bir değerlendirme yapalım.
 
Doğal  kaynakların sınırlılığı
 
Burada doğal kaynaklar derken, başta insanların beslenmeleri için gerekli temel besin maddeleri, kısaca doğada mevcut gıda kaynakları ve bu bağlamda, gıda kaynakların temin edebilirliği ile ilgili esas olarak Malthus’un ortaya koyduğu liberal görüşler değerlendirilecektir.
 
T. Malthus’a göre, dünyada nüfus artışı, gıda kaynakları artış hızından daha büyük bir hızla olmaktadır. Buna göre dünya nüfusu 2, 4, 8, 16 gibi katlanarak artar; oysa gıda kaynaklarında artış temposu,  2, 3, 4, 5 gibi yavaştır. Malthus’un 19. yüzyıl başlarında kehanet niteliğindeki bu karamsar öngörüsü günümüzde gerçeklik kazanmış gibidir. Şimdi, nüfus artış hızının denetim altına alınması zengin fakir bütün ülkelerin birinci endişe kaynağı haline gelmiş ve bu konuda aile planlaması tüm hükümetlerin gündeme aldığı bir sorun olmuştur.
 
Ancak T. Malthus nüfus ve doğal kaynaklarla ilgili değerlendirmesi ve vardığı sonuç bilimsel olmaktan çok bir gözlem niteliğindedir. Oysa bir yargıya varmak için gözlem yeterli olmaz; bu gözlemin bilimsel esası olabilmesi için, bu yargıda söz konusu olan nüfus ve doğal kaynaklarla ilgili tarihsel verilere dayanması gerekir.
 
Marx ve Engels, başından beri Malthus’un nüfus hakkında söylediklerini sınıflı ayrımını esas alan kapitalist toplumun için bir özür niteliğinde tam bir ironi olarak gördüler. Malthus’un nüfus hakkında söyledikleri, burjuva ekonomistlerinin toplumsal ilişkileri maddeleştirme çabasından başka bir şey değildi. Marx’ın meta fetişizmi bağlamında söyledikleri tam da buna uyuyordu: “Toplum hayatının veri görüntüsüne ilişkin insan zihninde oluşan biçimler, onun nedeni ve oluşumu değil, ama tümüyle onun sonuçları ile bağlantılıdır ve bu formlar üzerinde ne ölçüde bilimsel araştırma yapılmış olursa olsun, varılan sonuç, gerçek tarihsel süreci yansıtmaz. Bir gelişme süreci ile bağlantılı olayın sonuçları ile yola çıkıldığında, olgunun bu görünen biçimlerinden oluştuğu kategorize edilir.”
 
T. Malthus, kapitalizmin neden olduğu, örneğin yaygın yoksulluk, açlık, işsizlik, vs. olguları veri (post festum) kabul ediyordu. Bu durumu kapitalizme özgü değil, ama doğa yasası olarak değerlendirmekte, işçinin kapitalist tarafından sömürüsünü adeta bir yazgı olarak görmekteydi.
 
Yoksulluk, işsizlik ve açlık veri ve kaçınılmaz kabul edildiğinde de, buna yönelik, örneğin nüfus kontrolü ve aile planlaması, kapitalist ülkelerin yoksul ülkelerde gerçekleştirdiği sömürge siyaseti için bir bahane olarak ileri sürülür ve kalkınma için nüfus kontrolünün kaçınılmaz olduğu savunulur hale gelir.
 
Aile planlamasının yoksul ülkelerin sömürüsünü gizlemek için bir araç olarak kullanıldığı gerçeği, bunun zorunlu bir durum olmadığı anlamına gelmeyeceği gibi, doğal kaynakların sınırsız olduğu düşüncesini savunmak da aynı ölçüde mantık dışı bir durumdur.

Çoğu zaman Marx’ın öngördüğü komünist toplumun ekonomik uygulanabilirliği üzerinde kuşkular dile getirilir; ama her nedense onun toplum projesinin insanın gelişimi üzerine yaptığı vurgu göz ardı edilir. Bunun nedenini anlamak için fala bakmaya gerek yok. Ama kazara böyle bir boyut üzerinde durulmuş bile olsa, bu daha çok doğal kaynakların sınırlı nitelik taşıdığı gerçeğine kulak asılmadığı veya insanın ön plana çıkartılırken doğanın unutulmuş olduğu suçlaması için gerekçe amacıyla yapılır. Nitekim bir önceki bölümde, burjuva ideologlarının çevre konusunda Marx’a yönelttiği suçlamalarda ağırlıklı tema olarak bunun ileri sürülmekte olduğu görülür. Bir bakıma Marx’ın “kaş yapayım derken göz çıkarmış olduğu, insanı düşünürken doğayı mahvettiğini görmediğini” söylenmektedir.
 
Gerçekte bu eleştirilere karşı söylenecek ilk söz, çevre konularının kapitalist ve komünist toplumlarda farklı nitelikte ortaya çıktığı ve yaşandığını söylemek olmalıdır. Burjuva ideologlarının iddia ettiklerinin tam aksine, insan boyutunun öne çıktığı komünist toplumlarda çevre sorunu bir hedef olarak ele alınması daha olasıdır; çünkü insanı ve toplumları yaşadığı çevreden soyutlamak mümkün değildir ve eğer gerçekten Marx’ın önerdiği toplum biçiminde insan boyutu öne çıktığı kabul ediliyorsa, o zaman aynı biçimde onun yaşam kalitesine katkı açısından ayrılmaz nitelikteki çevre sorunu da dikkate alınıyor demektir.
 
Ama aynı vurgunun, yani üretim sürecinin ana hedefinin kapitalist toplumda insan (gereksinimleri) değil, ama sermaye sahibinin kârını azami kılması olduğu, bunun çoğu zaman (teorik olarak belki de her zaman) insan değerlerini göz ardı ettiği rahatlıkla söylenebilir. Kârını azamileştirme gayreti içinde olan sermaye sahibi, kimi zaman insan gereksinimleri, beklentileri ve yaşamı için aykırı ve ona zarar veren faaliyetler içine girebilmektedir. Kapitalist üretim tarzı içinde öne çıkan kimi ürünlere bakılarak bunun sayısız örneğini vermek mümkündür.
 
Ama çevre koruma, sermaye sahibinin böylesi bir (insanlık-dışı) hedefi doğrultusunda çaba göstermesi, kaçınılmaz olarak çevre sorunlarına yol açmakta, bu da çevre konusunun çok ciddi ve hatta günümüzde olduğu gibi hayati nitelik kazanacak düzeyde artmasına neden olmaktadır.
 
Ancak burada ele alınan sorun kapitalist toplumda çevre sorunları olmadığına göre, kapitalist toplumları insanlığı olası bir küresel ısınma ve küresel felakete sürükleyen işleyişini bir kenara bırakalım ve komünist toplumlarda gözlenen biçimi ile çevre sorunlarının ne düzeyde ele alınır olduğuna bakalım.
 
Burada bir kez daha, çevre sorunlarının üç farklı düzeyde ele alındığı hususunun altını çizen P. Burkett’e dönelim. Burkett, bunları şu şekilde sıralıyor: (i) Komünist toplumun doğal kaynakları kullanmada üstlendiği sorumluluklar, (ii) Özgür zamanın artırılmasının çevreyle ilgili sonuçları ve (iii) Üretim maliyetinin ölçütü olarak zenginlik artışı ve emek zamanı kıstaslarının kullanılması.
 
Komünist toplumun yönetilmesi sorumluluğu
 
Komünist toplumda, doğal kaynakların korunması ve geliştirilmesi için özel çaba gösterilmesi gerekliliği üzerinde durulması ve bu durumun kapitalizm-sonrası aşamada doğal kaynakların iyileştirilmesi gerekliliğini açıklıkla ortaya koyması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü Marx, kapitalizm üzerinde ayrıntılı olarak yaptığı incelemelerde, kalkış noktasını Komünist Manifesto içinde de belirttiği gözü dönmüş kâr hırsı içinde burjuvazinin bu amaçla her türlü olanağı sonuna kadar sömürmeye hazır olarak değerlendirdiği şu gerçeğe dayandırmış gibidir: "…Kısaca burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağları ile üstü örtülü (feodal) sömürü yerine apaçık, utanmaz, dolaysız ve çıplak sömürüyü geçirmiştir…"
 
Böylesi bir utanmaz kâr ve daha fazla kâr elde etme amacıyla burjuvazinin önüne gelen her şeyi, insan onuru, emeği ve hayatı yanı sıra, onun içinde yaşadığı doğayı da gözü dönmüş bir biçimde tahrip edeceği açıktır.
 
Ancak burjuvazinin daha fazla kâr amacına yönelik bu susamışlığı, sadece onun hırsı, vs. ile açıklanamaz. Gerçekte kapitalist olsun olmasın, bir üretim sürecinde, doğal kaynakların girdi olarak çok yönlü kullanımı söz konusu olmaktadır. Bu sadece canlı ve cansız emek (hammadde, sarf malzemeleri, vs. biçiminde olmaz. Ama onun dışında, üretim sürecinde yatırılan sermayenin para-sermayeye dönüştüğü aşamada, herhangi bir para harcaması karşılığı olmaksızın doğal kaynakların da üretim sürecine katılmaktadır. Marx bu konuda şunları söyler:
                                                   
“…Ama üretim süreci, sadece para biçimine dönüşmüş sermayenin tüketilmesini içermez. Bunun yanında para-sermaye konusu olmayan ve üretim sürecine giren doğal kaynaklar, örneğin, toprak, denizler, maden cevherleri, ormanlar, vs. de geniş biçimde üretim sürecine katılmakta ve değerlendirilmektedir...” (Karl Marx, Kapital, II. Cilt, sayfa 397).
 


[i] Paul Burkett, Marx’ Vision of Sustainable Human Development, Monthly Review, Vol. 57, No. 5,  October 2005. P. Burkett, Indiana Eyalet Üniversitesi’nde ekonomi dersleri veriyor. Bu çalışma, daha önce Havana’da Marksizm üzerine düzenlenen konferansa sunulmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder