5 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Anayasanın Şifreleri

Yeni anayasa çalışmaları sürüyor. Ama bu safer salt masa başında veya komisyon marifeti ile değil. Çalışmalar daha çok sahada yürütülüyor. İlk önce timsah gözyaşları dökülerek 12 Eylül darbesi ürünü olduğu söylenen bu güne kadar defalarca değiştirilen anayasanın sözüm ona “tam" demokrasi uğruna toptan değiştirilmesi gerektiği benimsetildi. Bundan sonra da geleneksel sınıflararası dengeyi bir kenara koyan yepyeni anayasa masaya konmadan önce son düzenlemeler yapılıyor. İktidarın yapısını yansıtacak yeni bileşimin şifrelerini içeren son düzenlemeler hızla hayata geçiriliyor.
Anayasalar toplumu oluşturan sınıflar arası dengeyi belirler. Toplumda hakim ve ona tabi sınıfların hiyerarşik dizilim içinde yetki ve görevleri üzerinde karşılıklı güç ilişkilerine dayalı bir sözleşme niteliğindedir. Sözleşme hükümleri, en tepedeki sınıf için yetkileri belirlerken, el alttakiler içinse yükümlülükleri tanımlar. Mevcut anayasa metnine bakıldığında, bu durum çok açık biçimde kendini gösterir. Sözü edilen sınıf ayrımı her ne kadar anayasa metni içinde zenginler, orta halliler ve fakirler gibi sınıfsal konumu yarı-açık tanımlayan ifadeler yer almasa bile – yoksa o zaman bir ülkede zengin ve fakir olgusu resmen meşrulaştırılmış ve tanınmış olur – toplumun bu veri yapısı buna temellendirilen bir yönetim biçimi ile tanımlanır. Böyle bir yönetim biçimi olan cumhuriyet, halkın özgür iradesi ile katıldığı seçimler sonucu oluşturulan parlamenter rejim anlamını taşımaktadır. Bu parlamenter rejimin toplum bireylerinin özgür iradeleri oy verdikleri seçimler sonucu oluştuğu söylenir.

Ama seçmenlerin özgür iradesi tek başına oluşmaz. Toplumda bireyin özgür olduğu söylenen iradesinin vücut bulmasını sağlayan birtakım güçler vardır: bu güçleri elinde bulunduranlar, seçmelerin özgür iradelerini kendi beklenti ve menfaatleri doğrultusunda rahatlıkla yönlendirebilir. Medya organları, TV, radyo, gazete bu iradeyi koşullandıran unsurlardır. Bireylere sağlanan iş, sağlık, eğitim, yaşam koşulları, vs. bireylerin özgür iradesi üzerinde doğrudan etki yapar. Bireyin özgür bu iradesinin bu olanakları temin edenler lehine tecelli etmesi sağlanır.

Genel olarak bir toplumda hakim sınıfın ideolojik aygıtları vardır. Hakim sınıflar – devlet ile iç içe çalışan bu aygıtlar; örneğin burjuva ideolojisinin yaygınlaştırılmasını sağlar. Toplumu oluşturan bireylerin kimlikleri, bireylerin kendilerini ve toplum içinde üstlenmiş oldukları rolleri ile ilgili algıları, bu ideolojik aygıtların bireylere benimsettiği maddi ideoloji aynalarında görerek kazanılır. Bireyler bu ideolojinin nesneleri haline gelirler. Özgür olduğunu düşündükleri iradelerini bu yönlendirme ile kullanırlar ve tercihlerini yaparlar.

Yürürlükte olan anayasanın tamı tamına bizim toplumumuza özgü nitelikte bir güç dengesini yansıttığını görmek mümkündür: yapılan tanımlamada cumhuriyet yönetiminden söz edilir; ama sadece bu değil. Buna bir de Atatürk milliyetçiliği eklenmiştir. Buna ulusal bütünlük - tek merkezden yönetim - ve laik, sosyal ve hukuk devlet unsurları eklenir. Bu da cumhuriyeti kuran asker, sivil ve aydınların güç dengesi içinde bize özgü bir yer alışı tanımlar.

Böylesi bize özgü yerelliğe karşın, bu hiç de olağan dışı bir durum değildir. Bütün bu tür cumhuriyet rejimlerine özgü parlamenter işleyişlerde belli bir coğrafyaya bağlı ve veri koşullara uygun değişen güç dengesini yansıtan cumhuriyet biçimleri olabilmektedir. Bunun gibi, bize özgün cumhuriyet biçiminde, emperyalist işgali altındaki eski feodal toplumdan bugünün cumhuriyetine gelişte önemli bir rol üstlenmiş sözü edilen “ara sınıfların” uzun bir dönemden bu yana belirleyici niteliklerini yitirmiş olmalarına karşın etkinliğini en azından anayasa metni ile sınırlı olsa bile koruduğu görülmektedir.

Şimdi bu temelden bir değişim sürecine sokulmaktadır. Hakim sınıf – sermaye, bugünkü hali ile cumhuriyet rejiminin içerdiği bu topluma özgü yerelliklerin zayıflığını fark etmekte gecikmemiştir. Atatürk milliyetçiliği yada laisizm gibi biri evrensel nitelik taşımayan ve diğeri görecelilik unsurlarını barındıran kavramları tartışmaya açmış ve bunlara bir anayasa metni içinde yer verilmesinin doğru olmadığı tezini benimsetmiş yada en azından bunların değiştirilemez anayasa maddeleri içinde yer almalarına karşın tartışılabilir olduğunu kabul ettirmiştir.

Ama yeni anayasanın bundan çok daha önemli bir düzenlemeyi resmileştireceği anlaşılıyor. Yakın zamana kadar günümüz burjuva toplumlarında siyaset kuramı olarak getirilen sınıflar arası uzlaşma hegemonik blok olarak tanımlanabilecek yapı içinde ifadesini bulmuştu. Bu anlatım bir önceki dönemde sermaye ve sermaye dışı sınıf ve tabakaların iktidar bloğu içinde sahip oldukları güçlerine denk gelecek bir bileşim ile yer almalarını anlatıyordu. Ama bugün bu yapı küresel sermaye ile hızlı bir bütünleşme sonrasında ihtiyaca cevap veremez hale geldi. Yaşanan başdöndürücü süreç, Türkiye’de taşların yerinden oynatılması ve iktidarın yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kıldığı anlaşılıyor. Şimdi bu blok sadeleştirilmekte veya tekleştirilmektedir.

Eski hegemonik yapıya kıyasla toplumu oluşturan sınıfların güç dengelerinde çok hızlı bir değişim süreci yaşandığı açık. Uzun bir zamandır sosyalist ülkeleri çevreleyen yeşil kuşak içinde yer alan Türkiye’nin bu konumu değişti. Sosyalist sistemin dağılması ile birlikte jeopolitik olarak önem arz eden konumu daha bir farklı nitelik kazandı.

Bundan sonra uluslararası sermaye bölge üzerinde projeler geliştirmeye başladı. Türkiye’ye başat misyon yükleyen bir eylem planı ile yola çıkıldı. Bu arada sermaye, cumhuriyetin kurucusu sıfatıyla sürekli önünü kesen sınıflara olan bağımlılığından kurtuluyor ve onlara demokrasiye vesayet koymakla suçlayarak iktidarı kendi bünyesinde “konsolide etme” sürecini başlatıyordu. Kısaca sermaye, daha önce kendi dışındaki sınıf ve tabakalar – özellikle de orta sınıflar zorunlu olarak paylaştığı iktidarını konsolide ederek ona tek başına sahiplenme için yola çıkıyordu.

Sınıf-içi ve sınıflar arası çatışmalar

Bunun için esaslı bir dönüşüm sürecine girildiği görülüyor. Yeni dönem gerçekten de ülke dışında olduğu gibi, ülke içinde de tam bir dişe diş çatışma halinde geçecek gibi. Önceki dönemlerde yaşadığı inişli çıkışlı serüveninde istikrar için iktidardan pay isteyen çeşitli sınıf ve tabakalar ile uzlaşmak zorunda kalmıştı. Ama o günden bu yana çok zaman geçti ve çok şey değişti.

Kozmopolit – Rum, Yahudi ve Türk sermayenin 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlattığı süreç, uluslaşma döneminde kaçınılmaz bir kırılma ile sonuçlandı. Cumhuriyetin etnik ve din birliğine dayalı üniter yapısı ülke üzerindeki uzun vadeli süregelen bir emperyalist projenin müdahalesinden kurtulamamıştı. Bu müdahale ile tek başına kalan yerli ticaret burjuvazisi neredeyse her şeyi yüzüne gözüne bulaştıracak ve tüm cumhuriyet projesini durma noktasına gelecekken, bir önceki döneme geniş bir yönetim deneyimine sahip sivil ve asker bürokrasisi imdadına yetişmişti. Bu arada ulusal bütünlüğün sağlanması çabalarında olduğu gibi, bu sefer ülkenin ekonomik altyapısında temel hamlelerin atılmasında kuzey komşusunun sağladığı büyük destekten de söz etmek gerekiyor. 

Korporatist ögelerle takviye edilen iktidar kısa sürede tarımda sağlanan gelişmeler ile ayakta kalmayı başarmış ve kendi yarattığı tarım burjuvazisinin iktidar taleplerine makul bir düzeyde karşılamıştı. Ama tarih boyunca ceberrut devlete boyun eğdikten sonra özgürlüğün tadına varan tarım burjuvazisi, uluslararası sermaye ile işbirliğine yanaşmadı ve kendini disipline etmek istemedi. Ama buna karşı çok sert bir darbe aldı ve bir daha belini doğrultamadı. Bundan sonra da rejimi kurtarma payesini kendine yakıştıran asker-sivil-aydın kesim tek başına kalan ve emekleme döneminde olan sanayi sermayesine vesayet oluşturmakta hiç mi hiç zorlanmadı.

Ama hayatın kendi doğal akışı sürüyor ve kısa sürede ticari sermaye ile yollarını ayıran sanayi sermayesi vesayete karşın kendi yolunda ilerlemeye devam ediyordu. Ne var ki, kısa sürede karşısında bu kesimin ciddi muhalefetini buldu. Ama artık güven tazelemiş sanayi sermayesi bir manevra ile bu saldırıyı savuşturdu. Ne var ki tehlike geçmemişti. Bu sefer radikal kesimler işbirliği yaparak radikal söylemler ile muhalefete geçeceklerdi. Bir kez daha, ama bu sefer karşı darbe çok şiddetli geldi. Bu arada gelişen ülke ekonomisi, dünyada yaşanan hızlı gelişmeler sonrasında yeni bir dönüşüm sürecine girmekteydi. Sanayi sermayesi, giderek küreselleşme sürecinde yerini alacaktı. Bu darbenin gerçekleştirilmesinde en dikkate çeken manevra, radikal blok içinde yaşanan çatlama olacaktı.

Artık ülke içinde sınıflararası dengede yepyeni bir dönüşüm başlamıştı. Bu süreç bu güne kadar geldi ve durum netlik kazanmış olmasına karşın henüz somut koşulları yansıtacak makul bir güç dengesinin oluşturulması sancıları giderilemedi. Muhalif örgütlülüklerin ciddi bir parçalanma içinde olmasına karşın henüz güçlerini yitirmedikleri açık. Küreselleşmenin ciddi sorunlar içinde olması bir tarafta, çıkar çatışmalarının keskinleşmesi diğer tarafta bu kesimin tabanının genişlemesine yol açtı. Şimdi radikal kesim içinde bir zamanlar sermayenin temsilciliğini yapanlar ve tutucu kesim ile diğer uçta da anayasacı olan ve olmayan asker-sivil-aydın kesim radikal sol kesime kadar geniş bir yelpazede olanlar bir araya geliyor. İlginç olan husus, bu kesimin iktidar bloğundan uzaklaştırılmış ve güç odaklarında netleşme nedeniyle toplumda iktidara yakın kesimlerin patronajından yararlanamadığı için giderek zorunlu proleterleşme sürecine tabi olmaları ile daha da radikalleşiyor olmaları.

Bütün bu süreç içinde işçi sınıfı hiçbir zaman güç odağı olarak ortaya çıkamadı. Sadece kısa bir süre; sanayi sermayesinin ilk ortaya çıktığı ve çıraklık dönemine özgü işçi sınıfının siyasi mücadeleyi başlatabildiği kısa bir dönem hariç, ne örgütlülük ne de siyasi bilinç düzeyi bu süreç içinde etkili olabilecek seviyeye gelemedi.

Türkiye şansını kullanmak istiyor

Uzun bir süre Türkiye, uluslararası ilişkilerde yardımcı roller üstlenmişti. Sırtı sürekli sıvazlanmış ama çok aza kanaat ettirilmişti. Makûs talihi, onu kendini sonuna kadar sömürtecek emperyalist işbirlikçilere esir etti. Son büyük savaş sonrası ekonomik bunalımdan kurtulmak için Kore’de başlatılan sıcak savaşın en ön cephesinde yer aldı ve bundan acı çekti. Karşılığında sadece karşı NATO vesayeti ile yetinmek zorunda kaldı. Ama bunun için çok büyük bir risk almak zorunda kalmıştı.  Topraklarına namlusu dost olmasa bile komşusu ülkeye yöneltilmiş nükleer başlıklı Jüpiter füzelerini yerleştirildi. Türkiye dünyanın sonunu getirecek dehşet dengesinin ön en cephesinde ateşe atılmış bir ülkeydi. Bugün de ateş hattına sürülmek üzere.[i] Ama bu sefer tarihinden gerekli dersini almış görünüyor.

Türkiye şimdi bir şans yakalamış durumda. ABD için dünyanın en büyük ve etkili ordularından birine sahip olması ile öne çıkan Türkiye, yanı sıra uluslararası sermayenin için ucuz işgücü peşinde koşmaya yönelmesi belli ölçüde bu sermayeyi kendine çekebilir avantajlara sahip. Ne de olsa hiç de yabana atılmayacak ucuz ve nitelikti işgücü ve aynı zamanda Avrupa pazarlarına yakınlığı ile uluslararası sermaye için stratejik konumlanma avantajları sunuyor.

Bütün mesele, bir taraftan işçi sınıfı üzerinde bugün makul ve kabul edilebilir nitelikte olan hâkimiyetini orta ve makul bir uzun vade içinde istikrar içinde sürdürebilmesi ve en az bunun kadar önemli olan bir başka unsur olarak da, artık tüm kapitalist ülke yönetimlerinde vazgeçilmez bir koşul olarak kabul edilmiş ve yürürlüğe sokulmuş biçimde sermaye iktidarının uzlaşmacı bileşimine son verip tümüyle sermayenin emrine verilmesini sağlamaktı. Türkiye’de yakın zamanda bunun için epey adım atılmış ve hatta işçi sınıfının siyasi hareketi tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, adeta tümden yok edilebilmiş ve sendikal örgütlülüğü çökertilmişti.[ii] Ama aynı şeyin orta sınıfların temsilcileri "radikal sol" kesim için söylemek mümkün değildi.

Sorun sadece sermaye-dışı kesimlere verilen tavizler ile de bitmiyordu. Ülke içinde sermaye sınıfı ile bir biçimde tam bir kader birliği yapmayan, ama giderek güç kazanan kesimlerin de hizaya getirilmesi gerekiyordu. Özellikle bu kesimler, sahip oldukları güç ile, hakim yapı içinde başı buyruk davranışlar ile dikkati çekiyor ve örneğin, elde ettikleri siyasi güç aracılığı ile topluma sempatik görünerek güç kazama veya sahip oldukları medya aracılığı ile bu alandaki etkinliklerini bir koz olarak kullanma eğilimine giriyorlardı.

Sermeye kesimi içinde belli bir hiyerarşik yapının oluşturulamamış olması güvensizlik sorununu da içermekteydi. Bu dağınıklık, aynı zamana sorumluluğu ele alacak kesimimin ideolojisi ile bir araya getirildiğinde, bir bütün olarak bu kesimin istikrarsız oluşunu daha da belirginleştiren bir manzara ortaya çıkartıyordu. Şimdiye kadar ana çizgi olarak piyasa ekonomisi ve demokratik rejimin ülkeye özgü Kemalist ve laik yorumu izlenmişti. Ama ayni ana çizginin farklı bir yorumu ne ölçüde bütünleştirici olabilirdi? Kaldı ki, bu yorum, örneğin ABD’de açık ve Avrupa’da örtük bir biçimde eski laik yorumun yerini alıyor olsa bile, Türkiye için durum farklıydı. Türkiye’de dinde reform yapılmamıştı ve  dinci ideoloji fanatik bir öze sahipti.  laik kesim içinde ateist eğilim çok az bile olsa, dindar olanlar arasında dinci yorum bu fanatik özelliği bakımından endişe kaynağı olmayı sürdürebilirdi.

Hakim sermaye sınıfının geleneksel “toplumsal sözleşme” esaslarının değiştirilmesi mücadelesi ülkenin böylesi zor bir dönem geçtiği bir zamanda gündeme getiriliyor. Bu talep uyarınca başlatılan süreç, onu bütünleyen diğer girişimlerle birlikte, işçi sınıfı içinde bir hayli tepkiye yol açmasına karşın kesintiye uğratılamadı. Çelişkiler henüz çözümlenmiş değil ve tarafların aktif katılacağı olası gelişmelere de gebe olduğu açık.

Başlatılan yeni süreçti ilk ve en çetin kavga sermeyenin kendi içinde yaşandı. Topluma pek yansıtılmamış olmasına karşın, kimi zaman uluslararası sermayenin doğrudan katılımı ve kimi zaman da “burjuva demokrasisinin” yerleşik kurallarının aşırı zorlanması – özellikle medya sermayesi içindeki çekişmelerde – sonucunda operasyonun ilk aşaması tamamlandı.[iii] Başta enerji ve medya alanlarında öne çıkan sermaye kesimleri olmak üzere, kural tanımayan ve başına buyruk sermaye ile çetin bir hesaplaşma yürütüldü. Bu arada sermaye için tedirginlik ve endişe yaratacak girişimler üzerinde görüşmeler sürdürüldü ve karşılıklı varılan anlaşmalar aile fotoğrafları aracılığı ile yansıtıldı. Kimi sermaye çevrelerinden “demokratik makyaj” gerekliliği bahanesi ile çatlak seslerin çıkmaması üzerinde görüş birliği sağlandı. Artık sermayenin medya çalışması yeknesak ve tek elden yürütülecekti.  

İç sorunlarını çözümleyen sermaye, yüzünü ara sınıf ve tabakalara çevirdi. Burjuva demokrasisi ideolojisini benimsemiş olmasına karşın, üretim araçları sahipliliği bağlamında kendisini emekçi kesim alarak değerlendiren ara sınıflar, bürokrasinin kendilerine sağladığı olanaklara ak olarak, demokratik mücadeleleri ile epey sıkıntı yaratabilmişlerdi. Ama Sermaye bu sefer yürüttüğü mücadelesinde onların kendi silahı ile vurmaya başladı. Bunu da hiç ummadığı kadar kolay bir biçimde gerçekleştirmeyi başardı. Çünkü bu kesim, gerçekte burjuva ideolojisinin başından sonuna desteklemişti. Muhalif olduğu tek durum, bu hizmeti karşılığında yeterli ölçüde pay alamamasıydı. Oysa örneğin bir zamanlar ülkeyi içine düştüğü umutsuz durumdan çekip çıkarmışlardı. Gerçi o zaman bile sermaye onları üretim araçlarına bir adım bile yaklaştırmamıştı. 

Bir zamanlar kendini ülkenin hakimi olarak gören bu kesim, şimdi söylenenleri tıpış tıpış yerine getiriyor. Sermaye bu konuda beceri, yetkinlik ve kararlılık konusunda gerçekten çok iyi bir sınav veriyor. Burjuva demokrasisinin ne menem bir kavram olduğunu dosta düşmana pek de veciz bir biçimde aktarıyor.

Sermayenin ara sınıf ve tabakalar ile mücadelesinde pek dikkati çekmeyen bir başka yön daha var. Bir zamanlar emekleme döneminde bu kesimin kaçınılmaz desteğine artık ihtiyaç duymadığının açık ve seçik bir biçimde dile getirdi oldu. Zaten böyle olduğu için de, esas itibarı ile onu egemen blok içinden dışlıyor. Askerinin yerine polisini, doktoru, mühendisi, avukatı yerine kimi zaman yabancı uzmanını, yandaş meslekten adamlarını, yada burjuva demokrasisini savunacak, onu yaşanacak her bir sıkıntılı dönem ve darboğazlarda destekleyecek ve sırtlayacak aydın kesiminin yerine de yandaş aydınını, bilim adamını veya akademisyenleri ile değiştirebileceğini açık ve seçik bir biçimde gösterdi. Bundan sonra da şimdi tüm bu kesimi eskiden beri yürütmekte olan proleterleşme sürecine eskisinden çok daha hızlı ve kesin bir biçimde sokabildi.

Ama bu sefer sermaye, ABD’nin yeni enerji kaynaklarında tam hâkimiyet sağlamak, Ortadoğu’da etkinliğini sağlamlaştırmak ve Avrasya’ya açılmak için geliştirdiği strateji içinde Türkiye’nin stratejik konumunu iyi değerlendirmiş görünüyor. NATO’nun Avrupalı müttefiklerinin kendi iç sorunları ile boğuştuğu bir dönemde bu ülkelerde olduğundan farklı bir biçimde dizginleri ele almayı başarmış görünen sermaye, bütün bunlara karşın ülke sınırlarının bütünlüğünü koruma pazarlığında başarılı olduğu anlaşılıyor.

Ne de olsa masaya yatırılan plan, sermayenin elini oldukça güçlendiren kozlar içeriyor. Bir zamanlar ülke sınırları içinde ülkenin kuzey komşusuna yönelik nükleer silah başlıkları barındıran Türkiye, hala daha komşuları için bir nükleer içermeyen ülke konumuna erişemediği [iv] gibi, bir de, güney ülkesi İran’a yönelik bir füze kalkanının toprakları üzerine yerleştirilmesine izin vermek durumundaydı. Bu Türkiye sermayesi için, bütün Şii dünyasının öfkesini üstüne çekmek demekti. Üstelik komşularla sıfır sorun politikası izlendiği bir dönemde ve adeta ülke dış politikasında söylenen sözlerin sadece söz olarak kaldığı ve hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı imajını doğuracak bir biçimde. Dahası, bizzat başbakan tarafından, bir baka sorunlu güney ülkesi Suriye başkanı için ülke iç işlerine müdahale niteliğinde çekilme önerisinde bulunmuştu.

Düğüm noktası üniter devlet

Uludere’de yaşananlarla ilgili en anlamlı açıklama, dış ticaret ile ilgili bakan yaptı. Bundan böyle, tüm Doğu Anadolu ekonomisinin can damarını oluşturan kaçakçılık ekonomisi devlet eliyle yürütülecek. 35 kişinin ölümü ile sonuçlanan bombalama olayı hakkında savcılık soruşturma açılmasına karşın, alınan fotoğraflarının ortaya çıkmaması ve soruşturmada gizlilik kararının çıkmasının ardından olayın üstünün örtüleceği ortaya çıktı. Bu durum sermayenin asker ile ilgili tavrına ilişkin şifreleri de içermekteydi. Ama gerçekte bunun PKK'nın bitirilmesine yönelik ilgili taraflar arasında yürütülen görüşmelerin sonuçlandığı ve bunun uygulamaya sokulduğunun işareti oldu. Çünkü K. Irak artık fiilen bir devlet olarak ortaya çıkmıştı. Uzun zamandan bu yana oluşturulan Kürt ve Arap bölgelerini ayıran sınır bölgenin en huzurlu yeri olmuştu. Şimdi aynı durum Kürt ve Türk sınır bölgesi içinde oluşturulacaktı.

Bir ulusun birliği, o ulusun hakim sermayesi için en vazgeçilmez bir durumdur. Gerçekte ulusun bütünlüğü, sermaye için hayati nitelik taşıyan ve onun hâkimiyetindeki piyasa üzerinde kontrolü ve denetimi için olmazsa olmaz koşuldur. Ama bu bütünlüğün, kimilerince ileri sürüldüğü gibi, mutlaka “üniter” bir yapı içinde olması gerekmez. Yerine göre, federal çözüm daha istikrarlı bir bütünleşme sağlayabilir ve merkezi hükümetin çok daha sıkı bir piyasa hâkimiyeti tesis etmesine yol açabilir. Ama böyle bir çözüm ilk kuruluş aşamasında veya sonrasında bizde olduğu gibi zorunlu olarak ortaya çıkması durumunda, böyle bir zorunluluğun sermayenin arzusu hilafına olması kabul edilemez. Nitekim bundan önceki hükümetler de şimdiki hükümet de böyle bir çözüme hiç taraf olmamış ve PKK ile var güçleri ile karşı durmuşlardı. Ama öyle anlaşılıyor ki, sorunun çözümü şimdiki hükümet tarafından sağlanmış görünmektedir.

Uluslararası diplomaside bir ülkenin muhaliflerinin sınır olan veya olmayan üçüncü taraf ülkelerce korunması ve kollanması kabul gören bir uygulama. PKK esas itibarıyla yöre halkının geçim kaynağı olan sınır kaçakçılığı üzerinde faaliyet gösteren bir apolitik yapı iken, bölgede hâkimiyet kurmak isteyen ABD için bu örgüt bir taşla iki kuş vurma olanağı sağlamaktaydı. Kürt realitesinin insancıl değerler bağlamında dünya çapında gündeme taşınması sayesinde aynı zamanda birden çok ülkede yaşayan Kürt halkının ayaklandırılması da sağlanacak ve bu ülkelerin merkezi hükümetlerine karşı çok güçlü bir pazarlık gücü elde edilecekti. Kürt halkının sırtından sağladığı bu güçle de bir hayli zamandır ilgili taraflar ile pazarlık yapmaktaydı.[v]

Bu pazarlıkların tamamlanmış olduğu gözleniyor. ABD K. Irak’ta İsrail ölçeğinde kendine bağımlı bir devlet oluşumu sürecini tamamladı. Türkiye bu sürece sanıldığının aksine hiç köstek olmadı. Tersine, K. Irak Kürt Devleti’nin oluşumuna en fazla lojistik destek sağlayan ülke oldu. Her iki taraf da bundan memnun kaldı. Gerçekte, şimdi ABD’nin Türkiye’ye şükran borcu var ve onun üniter devletinin sınırlarını tanıması çok doğal.

Yeni dönem yeni anayasa

Bundan önceki dönemde iktidarın paylaşılması olgusu, belli ölçüde sermaye için bir zafiyet anlamını da taşımaktaydı. Sermaye tarihi boyunca böyle bir zafiyet içinde olagelmişti. Toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına ve buna karşın işçi sınıfına karşı uyguladığı sömürü düzenini adil, insancıl, demokratik böyle olduğu için de meşru olduğu görüntüsü verme çabası içinde, iktidarını sürdürebilmesi için işçi sınıfı dışına olan ve kendine yakın kesimler ile işbirliğini zorunlu görmekteydi.

Ama şimdi buna gerek duymuyor. Gerçekte buna zorunlu olarak mecbur kalıyor. Kâr oranlarındaki azalma, bir taraftan sermayeyi işçi sınıfına uyguladığı sömürü oranlarını artırmaya iterken, diğer taraftan da işçi sınıfı dışında kalan kesimlerin proleterleştirilmesi sürecine eskisinden olduğundan daha hızlı bir tempoda gerçekleştirilmesini zorunlu kılıyor. Köyden kente göç ve kırsal nüfusun kentlere göç ettirilerek ucuz işgücü ordusuna sorulması süreci hızla sürdürülüyor. Bu süreç, zamanlama farkı dışında belki de şimdiye kadar gözlenmedik biçimde hızla sürdürülüyor.

Başta doktorlar ve öğretmenler olmak üzere, yeni dönemin güvenlik ve ideolojik hizmetlerini sağlayan kesimler dışında kalan bütün devlet memurları hızla proleterleştiriliyor. Türkiye’de en fazla istihdamın gerçekleştirildiği sağlık kesiminde taşeronluk hızla yaygınlaştırılıyor. Doktorlar performans sistemine kurban edilerek kapasitelerinin üzerinde çalıştırılmaya zorlanıyor. Yüz binlerce öğretmenin ataması yapılmayarak onların sözleşmeli yada taşeron elemanı olarak çok düşük ücretlerle çalışmaya zorlanıyor. Dünya çapında ünlü uzmanlar, memurlar için asgari nitelendirilebilecek ücretlerle çalışmaya zorlanıyor.

Bundan önceki dönemlerde, sistemin örgütlenmesinde öncü görevi üstlenen merkezi idare – devletin anlayışı değiştiriliyor. Onun geleneksel olarak üstlenmiş olduğu toplumsal refahın sağlanması işlevi tümüyle kaldırılıyor. Devlet bir önceki hegemonik döneme özgü toplumsal sözleşme ilkesi bağlamında bir tarafların hizmetinde bir araç olmaktan çıkartılıyor; tümüyle sermayenin hizmetine veriliyor.

Kuşkusuz, burada ilave açıklığın getirilmesi gerekli. Devletin bilinen geleneksel özünde hiç bir dönemde değişiklik olmamış ve sermayenin egemenlik aracı olma işlevini sürdüregelmiştir. Ama özellikle kapitalist sistemin canına ot tıkayacak ölçüde şiddetli bunalımlarda devletin çıkış yolu olabileceği akla gelmiş ve bu gibi geçici dönemlere özgü devletin "hizmet sağlayan bir kurum" olarak da bazı işlevleri üstlenebileceği öngörülmüştür. Ama şimdi bu tümüyle geride kalmıştır. Devlet günümüzde artık ilk başta olduğu gibi, sadece sermayenin hizmetinde olan bir kurum olarak yeniden yapılandırılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Devletin önceki döneme özgü sermayenin güvenliği dışında sistemin istikrarı uğruna bir hizmet organı olma işlevinden arındırılması ve tümüyle sermayenin emrine verilmesi yanlış bir algılamayı da beraberinde getirmektedir. Sözü edilen hizmet kuruluşları olarak belediyelerin öne çıkması, merkezi idarenin yerelleştirilmesi olarak algılanmakta ve bu durum giderek siyasi örgütlenmenin federatif yapıda yeniden düzenleneceği biçiminde yorumlanmaktadır. Bu kesinlikle doğru değildir. Yeni düzenlemeler ve pratikten edinilen deneyimler, belediyeciliğin yaygınlaşmasının ademi-merkeziyetçi bir yapıdan çok, iktidarın doğrudan ve keyfi nitelikte müdahalesine açık bir yapının sağlanmasına olanak sağladığını göstermektedir. Zira sermayenin iktidarında konsolidasyona gitmesi ile, artık hiçbir sınıf ve tabakaya ödün vermek durumunda kalmayacaktır. Bundan sonra belediyeler tümüyle merkezi idarenin gözü kulağı olarak ve onların ideolojik koşullandırma aygıtı işlevini üstlenerek çalışma yapacaktır. Zira bu yeni biçimiyle belediyecilik sivil toplum kuruluşları olmaktan hızla çıkartılarak birer merkez organı niteliğine dönüştürülmüştür.

Yeni dönemde öteden beri devletin sosyal güvenlik işlevini bir anayasal sorumluluk olarak üstlenmesinden vazgeçilmesi ilkesi yerleştiriliyor. Bunun için anayasal bütünlüğün bozularak yerel yönetimlerin devreye sokulması ile sosyal güvenlik sistemi yerel yönetimlere devredilirken, aynı zamanda bireylerin sosyal güvenlik hakları tanımı iğdiş edilmekte ve bir hak olmaktan çıkartılıp bir iane niteliğine dönüştürülmektedir. Kimilerince bu gelişme, burjuva devletin geleneksel konumunda çok ciddi bir aşındırma olarak yorumlanmaktadır. Oysa bu doğru değildir. Tersine, bundan önce devletin anayasal hükümler doğrultusunda hizmet verme kuruluşu olarak tanımlanmış olması eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Sermaye açısından ele alındığında, bugün gerçekleştirilen yeni yapılanma, devleti doğru konuma daha fazla yakınlaştırmış olacaktır.

Bundan böyle sadaka anlayışı ile oluşturulacak yardımlaşma ağları belediyeler veya yerel cemaatler aracılığıyla yürütülecektir. Bu da halkı yaşamlarını sürdürebilmek için bu ağların fiziki ya da fikri mensupları olmaya itecektir. Yani sosyal güvence sağlanması için artık vatandaş değil, cemaat üyesi olmak gerekecektir. Vatandaşlığın elden gitmesi de cumhuriyetin yok edilmesi anlamını taşıyacaktır.






[i] 1960’lı yılların başlarında Küba-Sovyetler Birliği işbirliği sürecinin artık ABD için kabul edilemez bir küresel bir tehdit haline gelmesi üzerine CIA, dönemin başkanı Kennedy’i Küba’ya saldırı için ikna eder. CIA, göze batmayacak küçük çapta bir saldırının bu küçük ülkedeki muhalifleri rejime karşı ayaklandıracağını ve ülkeyi kaosa sürükleyeceğini düşünmektedir. Ama Domuzlar Koyu Çıkartması olarak bilinen operasyon tam bir “hezimet" olur. Çıkartma yapanlara hiçbir yardım gelmez. Castro kuvvetleri 300 kişiyi öldürür, 1000 kişiyi öldürür. Bunun üzerinde ABD filosundan 19 gemi, Küba’nın çevresinde 800 km çapında bir çember oluşturur ve adayı abluka altına alır. Bu sırada 25 Sovyet gemisi Atlantik’te Küba’ya doğru hareket halindedir. Dünya bir nükleer savaşın eşiğine gelmiştir. Atmosfer o kadar gergindi ki, bütün dünya her an bir çatışmanın çıkmasını beklemeye başlar. Olası bir çatışma ise, üçüncü dünya savaşı demek olacaktır. Bu nedenle Sovyetler geri adım atar; Türkiye’de yerleştirilmiş Jüpiter füzelerinin sökülmesi karşılığında Küba’daki askeri varlığına son vermeyi kabul eder. Dünya rahat bir nefes almıştır.

[ii] İşçi sınıfı ile ilgili abartılı ve kabul edilmesi bir hayli zor da olsa yapılan bir tespite burada yer vermek gerekir: “Teslim etmek gerekir ki, AKP’nin toplumsal alana yöneldiği dönemin karakteristiği, işçi sınıfının tüm örgütlülüğünün ve mücadele kültürünü terk ederek sahneden çekilmiş olmasıdır. Bu çekilme işçi sınıfı çevresinde yer alan “nesnel olmayan” hareketliliklerin de ya sahneden çekilmesi ya da liberal kuşatmayla etkisizleşmiş olması sonucunu vermiştir. Toplumsal alandaki tablo bir çöküntü manzarasıdır. Böylesine bir manzarada, AKP’nin karşısına çıkan yegâne iki unsursa, ne 12 Eylül’ün ne de 10 yıla yakın AKP çürümesinin tüketebildiği Kürt ve Alevi dinamikleridir.” Liberalizmin Hedefindeki Dinamik: Aleviler, Turan Konu, Gelenek, Aylık Marksist Dergi, Ocak 20, Sayı 108, Sayfa 32.

[iii] Bu bağlamda yaşanan en büyük sıkıntılardan biri, doğulu dinlerde mistisizm ve bunun getirdiği ödünsüz tavır alma sonucu sermayenin yeni yapılanmasında izlediği ideolojide bir çatlak ortaya çıkması oldu. İman ila paranın bu kadar iç içe geçmesine karşı tepkinin yükselmesi üzerine N. Erbakan, son bir vefa borcu olarak girişimde bulunması etkili oldu. Ama bu tepkinin yatışmış olduğunu göstermez.

[iv] ABD’ni kontrolündeki İncirlik Üssü’nde nükleer başlıklar olduğu gazete haberlerinde yer alıyor.
[v] İçişleri Bakanı Atalay, Radikal gazetesinde çıkan demecinde, PKK’nın bitirilmesi için ABD ve Erbil hükümeti ile gerçekleştirilen üçlü görüşmelerle ilgili olarak “Üçlü mekanizma içinde görüşüyoruz. İki yıla varan bir süredir üçlü mekanizma çalışıyor. Son İstanbul toplantısında kabul ettiğimiz o eylem planı üzerinde durduk” demekteydi. Radikal, 12 Aralık 2011.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder