23 Aralık 2012 Pazar

15-16 Haziran Kalkışması

“...Burada yalnız siyasi iktidarın değil, rejimin, parlamentonun zarar görmesi ile karşı karşıyız. Bu konuda müttehit olduğumuzu rejim düşmanlarına gösterirsek böylece onlar güçlerini kaybeder ve demokratik rejim devam eder...” S. Demirel 17 Haziran, 1970.
15-16 Haziran kalkışması, başlangıçta sendika özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı başlatılmıştı. Ama giderek polis, hükümet ve askeri karşısına alarak siyasi harekete dönüştü: Olaylar sırasında işçiler çeşitli kesimlerden yürüyüş kolları oluşturarak merkezi konumdaki yerlerde bir araya gelmeye çalıştılar. Polis ve askeri birlikler, onların bu hareketini engellemek için barikatlar oluşturdular. İşçilerin düzenli yürüyüş kolları, bu barikatların üzerine yürür ve onları aşar. Bu ilerleyişi polisler ve askeri birlikler karşı koymalarına rağmen artık engel olmak mümkün değildir. Kolluk kuvvetleri, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek ister; ancak düzenli ve disiplinli işçi yürüyüş kolu, bu taktiklerin bilincindedir. Öncü işçilerin yürüyüş kolundan ayrılmasına izin verilmez. Kent merkezine doğru ilerleyen işçiler, kurulan iki barikatı da aştıktan sonra, en üst hükümet yetkililerin kesin talimatlarına aldırmaksızın kent merkezine girilir. Bu sırada işçi öncülerinden birinin işçinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir. İşçilerden bir kısmı polis merkezine doğru yürür. Bunun üzerine gözaltına alınan işçi hemen serbest bırakılır. İşçiler daha sonra kentin merkezinde ilerleyerek Atatürk anıtı çevresinde toplanırlar. Burada yapılan konuşmalardan sonra Kolordu Komutanlığının önüne giderler Ordu lehine gösteri yapılır. Daha sonra yeniden bir araya gelen işçiler, ertesi gün yapılacak eylemler için kent merkezindeki Maden-İş Sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’da kendi gücünü test eder. Bu güç, egemen kesimlerin polisi, askeri ve her türlü caydırıcı taktik ve manevralarına rağmen bu testten geçmiştir.
İşçi sınıfının yığınları kucaklayan düzenli ve disiplinli sınıf hareketi ile egemen sınıfların yüreklerine böylesine korku salması, S. Demirel’i rejim kaygılarına düşürecek kadar kapsamlıydı. Bir kere bu hareket, işçi sınıfının ekonomik mücadele ile ilgili olmasına karşın, nitelik olarak o zamana kadar yapılanlardan tümüyle farklıydı. Bu hareket yasal sınırlar içinde başlatılmış ve sonlandırılmıştı. Böyle olmasına karşın, egemen kesimleri rejim kaygısına düşürecek düzeyde tehlikeli hal almıştı. Meşruiyet içindeymiş gibi görünmesine rağmen, rejimi koruyan bütün kollu
k kuvvetleri, polisi ve askeri dahil önüne çıkan ne varsa umursamamıştı.
Hiç kimse sınıf hareketinin böylesine yığınsal ve güçlü bir boyutta olacağını düşünmemişti. Hareket, en alt kademedeki işyeri temsilcilerinden başlayarak merkezi ve örgütlü bir düzen içinde başladı, ama belli bir noktadan sonra, hareketin öncülüğünü işçi sınıfının kendiliğinden inisiyatifi ele almış oldu. Bu inisiyatif, tümüyle kitlesel sınıf hareketine özgü, anlık gelişmelere yöneltilmiş gibi görünse de tümüyle sınıfa özgü bilinç ve irade ile şekillendirilmiş olarak gelişti ve yükseldi.
Yürüyüş protesto niteliğinde, bir gösteri biçiminde planlanmış ve başlatılmıştı. Ama hareketin yığınsal nitelik kazanması ve boyutlarının bölge içinde bulunan fabrikalarda çalışan neredeyse bütün işçileri kucaklaması nedeniyle, öyle sıradan protesto gösterisi niteliğinin ötesine geçti. Kitlesel güç dalga dalga yayılıyor, önüne çıkan her türlü engelleme girişimlerini, barikatları, askeri, polisi, vs. silip süpürüyordu.
Kuşkusuz bu ilk başta kontrolsüz ve çığ gibi büyüyen bir dalga gibiydi. Ama bu dalganın sanki kendiliğinde oluşan bir kontrol sistemi vardı. Kitlesel hale gelen güç, oldukça düzenli biçimde hareket halindeydi. Düzen ve bilinçlilik at başı gidiyordu.
Gerçekten de kalkışmasın yapıldığı iki gün boyunca, sendika haklarının korunması ana ekseni çevresinde dile getirilen talepler, tümüyle siyasi niteliktedir artık. Bu yönüyle, 15-16 Haziran olayları, bilinçli olarak yapılan bir ekonomik mücadelenin, kendiliğinden siyasi niteliğe dönüşmesi olarak değerlendirilmelidir. Hareketin başından beri düzenli ve disiplinli, kısaca örgütlü biçimde yürütülmesi ve bunun sağladığı güç birliği egemen sınıflar için tehlikenin asıl kaynağını oluşturuyordu. Kendisine yönelen bu tehdidi gören egemen sınıflar, buna karşı mümkün olan her türlü önlemi almaktan geri durmayacaktı.
Hükümet, olayların önüne geçilmesi için harekete geçer. DİSK ve hükümet yetkilileri bir araya gelirler. Olayların ikinci günü K. Sülker ve K. Türkler, işçilere seslenir. Tahripkâr olayların uygun kabul edilmeyeceği, bunun anayasaya aykırı olduğu söylenir. Aynı gün akşama doğru DİSK’e bağlı sendikaların merkez ve bölge temsilciliklerinde polisçe aramalar başlar ve birçok sendikacı ve işçi gözaltına alınır. Bu arada da Bakanlar Kurulu, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim kararı alır. Gece 21.00’dan başlayarak gece sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Bakanlar kurulunun bu kararı, ertesi gün Mecliste görüşülerek onaylanır. Karar, olayların ertesi günü, hiç bekletilmeden Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer.
Egemen kesimlerin endişesi had safhaya varmıştır. DİSK yöneticileri el ele vererek adeta akan kanı durdurmak isterler. DİSK yöneticileri işçilere seslenir:
“...İşçi kardeşlerim... Anayasal haklarınız için direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler, Anayasaya sımsıkı bağlı olduğumuz için hiçbir hareketimiz aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, göz bebeğimiz şerefli Türk Ordusunun mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrikte bulunabilirler... Genel Başkan olarak sizleri uyarıyorum...” Kemal Türkler, 16 Haziran 1970 Öğleden Sonra.
Sendika yönetiminin en yetkili ağzından dile getirilen bu endişeler ibret vericidir. İşçi kalkışması halen daha sürmektedir. Ama şimdi Anayasa gerekçe gösterilerek bu hareket engellenmek istenmektedir. Oysa işçi sınıfı, uzun yıllar yasal engellemeler ile sendikal haklarından mahrum edilmemiş midir? Öte yandan Türk Ordusu ile çatışma, bu doğrultuda tahrik, kışkırtma olasılığı, vs. ile işçi sınıfı hareketinin ne bağlantısı olabilir? Yurt savunması görevini üstlenen ordu, anayasal olduğu ileri sürülen bir hareketin neden karşısına konmaktadır?
Bu noktada, DİSK’in en üst yöneticisinin ayaklanmanın ikinci günü işçilere yaptığı çağrı ve bunun ardından egemen kesimlerin sıkıyönetim ilanının düzeni korumak için olduğu söylenebilir. O zaman akla şu soru gelmektedir: düzen tehlikede midir? İşçi sınıfı hareketi bir fiili müdahale amacını mı gütmektedir? İşçi sınıfının en meşru haklarını gasp etmeye çalışanlar düzeni mi temsil etmektedir? Toplum neden kendi işçisinden neden bu denli kuşku ve panik içine düşecektir?
Egemen kesimler kendilerini toplumun yerine koymak eğilimindedir. Bu bakış açısı ile işçi sınıfı hareketini öcü olarak görenler bu uyanış ve kalkışmayı bastırmak, kötülemek, göz ardı etmek ve aşağılamak için her türlü yollara başvurmaktadır. Vakit geçirmeksizin sıkıyönetim ilanını bunun en belirgin kanıtıdır.
Ama DİSK üst yönetimi de en az egemen kesimler kadar sınıfın böylesi kararlı kalkışmasının kesinlikle toplum için değil, ama toplumun egemen ayrıcalıklı kesimi için bir tehdit olduğunun farkındadır. Böylesine kararlı ve düzenli ve siyasi içerik taşıyan bir hareketin, bu elit kesim için kabul edilemeyecek kadar tehlikeli ve ağır olduğu açıktır. DİSK yöneticileri, birkaç gün önce başlattıkları bir hareketin kendiliğinden kazandığı siyasi içeriğe bakarak duydukları endişe ile bunun Anayasaya aykırı olduğunu söylemekte ve geri adım atmaktadırlar. Oysa işçi sınıfının bu haklarını uzunca yıllar gasp edenlerdir asıl Anayasa hükümlerini çiğneyenler. Toplumda yer alan bütün sınıf ve tabakaların en azından seslerinin duyurulması gerektiğine inanan ve bu bağlamda işçi sınıfına grevli ve toplu sözleşme hakkı sağlayan anlayış hiç vakit kaybetmeden yerini yasakçı zihniyeti terk etmiştir. Asıl anayasal suçlu olanlar egemen çevrelerdir.
Egemen güçler ise, bağlı oldukları DİSK örgütü ve onun önderinin sesine kulak vererek harekete son vermiş olmalarına karşın işçi sınıfının kendilerine karşı oluşturduğu tehdidi görerek buna uygun önlemler almışlar ve tüm güçleri ile karşı saldırıya geçerek 12 Mart ve sonrası baskı rejimlerini oluşturmuşlardır.
Şimdi de sıkıyönetim ilanının ardından işçi önderlerinin peşine düşmekte hiç vakit geçirilmemiştir. DİSK merkez ve şubelerinde yapılan arama ve tutuklama girişimlerinden sonra, sıra bütün ilerici ve devrimci kuruluşlara gelir. Bütün bu kuruluşların yerleri aranmaya başlandı. Bütün devrimci ve ilerici kuruluşlar, öğrenci dernekleri, TÖS ve İşçi Birlikleri binaları aranır. Devrimci olarak tanınan kişilerin evleri baskınlar düzenlenerek aranır. Geniş bir tutuklama hareketine girişilir. Kalkışmaya katılan bütün işyerlerinin çevresi askeri kordon altına alınır. Sıra tutuklama faaliyetleri ile birlikte, 15-16 Haziran hareketine katılan işçilerin işten atılmalarına gelir. Bunun sonucunda, işçi sınıfının öncülerinden oluşan 5.000’in üzerinde işçi işinden edilir. Bu arada gericiler, her türlü araçlarla sendikalar ve ilerici kuruluşlara saldırılara geçtiler. Sendika binalarına saldırırlar, tahrip ederler.
Direniş Sürüyor
Olaylar, tam olarak iki gün sonunda bitmedi. Direniş hareketine katılan işyerlerinde asker kordonu altında direnişler devam etti. Olaylar, yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir yankı buldu. Almanya’da işçiler, direniş hareketini desteklemek üzere yürüyüşler yaptılar. Fabrikalarda yapılan direnişlerin yanı sıra, hiçbir Konfederasyona bağlı olmayan bağımsız sendikalar, bir direniş komitesi oluşturuldu. Komite, direniş biçimini saptamak için bir forum düzenledi.
15-16 Haziran olaylarında 150 bin işçi katıldı. Yürüyüşlerde yalnız DİSK üyesi işçiler değil, onlarla omuz omuza Türk-İş üyesi işçiler de yer aldı. Yürüyüş sırasında oluşturulan çeşitli barikatlarda işçiler, polis ve askerlerle sıcak çatışmaya girdiler. Bu çatışma sırasında işçilerden iki kişi, bir polis ve bir vatandaş yaşamını yitirdi. Yüze yakın kişi yaralandı.
Sendika yöneticileri, olayların ikinci günü tutuklandılar. Bunun dışında tutuklanan işçi ve öğrenciler için ayrı ayrı davalar açıldı. Sıkıyönetim sırasında sürdürülen davalar, sıkıyönetimin kalkması ile sivil mahkemelere aktarıldı. Burada verilen yapılan duruşmalarda bütün tutuklular serbest bırakılır. Bu arada 1803 sayılı af yasası yürürlüğe girdi ve bütün davalar düşürüldü.
15-16 Haziran olaylarını başlatan ve bu kalkışmanın görünür en önemli nedeni, sendika haklarının düzenlendiği 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişikliklerdi. Görüşmeler sonucunda mecliste kabul edilip yasalaşan değişikliklerin önemli bir kısmı, Anayasa mahkemesinde TİP ve CHP tarafından açılan davalar önemli ölçüde iptal edildi.
15-16 Haziran olayları ardından Türkiye’de sınıf hareketi ve onun ekseninde olaylar hızlı bir seyir izler. Bunda kuşkusuz işçi sınıfının bu hiç beklenmedik kalkışmasının rolü belirleyicidir. O zamana kadar Türkiye’deki Marksist hareketin içindeki dağınık yapı, artık bu ayırt edici gelişme sonucunda iki ana kesim etrafında kümeleşir. İşçi sınıfının yanında olanlar ve olmayanlar. Sınıf hareketinin gücünün böylesine net bir biçimde ortaya çıkması, işçi sınıfına karşı olanların yüzündeki maskeleri düşürmüştür. Marksist hareketin önü bundan sonra açılmıştır.
Aynı durum, egemen kesimler için de geçerliydi. Son on yıl içinde dünya çapında gelişmelere koşut çok kapsamlı dönüşüm yaşanmıştı. Bu gelişmeler, savaş sonrası ekonomik büyüme ve buna karşılık gelen uluslararası iş bölümünün yaygınlaşması ile bağlantılıdır. Ama savaş ekonomisine dayalı bu genişleme süreci artık sona ermeye yüz tutmaktadır. Sözü edilen büyümenin en doruk noktasında tüm dünya çapında etkili olan ve kapitalizmin refah dönemine özgü bir süreç yaşanmıştır ve bu sürecin şimdi de neredeyse aynı şiddette inişi yaşanmaktadır. Bu koşullar, sermayenin yeni daralma dönemine uyum gösterme sorununu beraberinde getirmektedir.
Egemen çevrelerde yaşanan kuşku budur. 1968 öğrenci olayları olarak bilinen ve yaşanan canlılık ve coşkunun içinin boşaltıldığı süreç acaba yeterli olmayacak mıdır? Avrupa ülkelerinde bu yüzeysel coşkuya işçiler soğuk bakmışlardır. Yoksa bu patlama bir periferi ülke olan Türkiye’de mi yaşanmaktadır?
Gerçekten 15-16 Haziran olayları böylesi bir yükseliş ve olayların yön değişimi olarak gözlenmektedir. Oysa Avrupa’da "siyasi gerilimin köpüğünün alınması" anlamına gelen 68 olayları başarılı bir biçimde yönetilmiştir. 15-16 Haziran olayları, gelişmelerden kuşku duyulacak ölçüde kapsamlı ve bilinçli bir seyir izlemiştir.
Sınıf Hareketinin Yükselmesi
1961 Anayasasının 46’ncı maddesi uyarınca yapılan düzenleme ile 1963’te 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu kabul edilir. Şimdi ise siyasi grev ve genel grev yasaklanmakta, ayrıca devlet, il özel idaresi ve belediye kararlarına etki amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı benimsenmektedir.
Ama asıl kısıtlama sendika eylemine yöneliktir. 1960’lı yılların başından başlayarak Türk sendika eylemi tipi sendikacılık eksenine oturtulması istenmektedir. Bunun için Türk-İş’e Amerikan kuruluşları tarafından geniş çapta teknik ve özellikle parasal yardımlar yapılmaktadır. Bu dönemdeki on yıl süre boyunca, Türk sendikacılığının böyle bir eksene getirilmesi için 600’ün üzerinde sendikacı, Amerika’ya beyin yıkamaya gönderilmiştir.
Grevli ve toplu sözleşmeli sendikalı yaşama geçiş, işçi sınıfının nicelik olarak büyümesi ile birlikte onun sesini çok daha güçlü duyurabilmesine yol açmıştır. Bu arada esas olarak tutarlı sendikal haklar peşinde olanların girişimi başarı ile sonuçlanmış ve Türkiye İşçi Partisi TİP’in kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Gelişen sınıf hareketi, bir taraftan egemen kesimleri, diğer taraftan da “partiler üstü politika” safsatasını savunan Türk-İş’in sahte sendikacılığını zorlamaya başlamıştır.
TİP’i destekleyen sendikalar, Türk-İş’ten ayrılmak zorunda bırakılır. Paşabahçe’de Kristal-İş tarafından yürütülen grevi destekleyen sendikaların 1966 yılı sonlarında Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edilir. Bu gelişme DİSK’in oluşumunu hızlandırır. Ertesi yıl 12 Şubat’ta DİSK kurulur.
DİSK, kuruluştan başlayarak Türkiye İşçi Partisi ile doğal bir dayanışma içindedir. DİSK yöneticilerinin çoğu, partinin kuruluşuna katılmıştır. Partinin yönetiminde görev almışlar, milletvekili olarak parlamentoya girmişlerdir. Parlamenter R Kuas, hem DİSK genel başkan vekili, hem de parti genel sekreteridir. Organik ilişki bu kadar yakındır.
“...Bizler, Büyük Atatürk’ün daha 1921’de ilan ettiği gibi, “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve buzu yutmak isteyen kapitalizme karşı” savaşmaya ant içmiş sendikacılarız ...” DİSK kuruluş Bildirgesi.
DİSK’i oluşturan sendikaların Türk-İş içinden tasfiye edilmeleri kuşkusuz bilinçli bir strateji doğrultusunda yürürlüğe sokulmuştu. Ama tasfiye edilen sendikacıların bu tasfiyeye her ne pahasın olursa olsun direnmiş oldukları söylenemez. DİSK’in daha sonraki dönemde izlediği yol bunu açıklıkla ortaya koymaktadır. TİP’in kuruluşu başta çok tepki çekmişse de, zamanla söylem ve eylemlerinde legaliteyi sağlamıştı. Öte yandan parlamenter yapı içinde ses getirdiği çalışmalar adında ‘devrimci' tanımlamasının yer aldığı DİSK için yararlı olabilirdi.
Sınıf sendikacılığı ilkeleri ile yola çıkan DİSK’in böyle bir siyasi söylemi kısa bir süre sonra ekonomizm düzeyine indirgemeyi başaracaktı. Hemen ardından gelen darbe ve TİP’in kapatılması da zaten yolunu epeydir çizmiş olan DİSK yöneticilerinin işini bir hayli kolaylaştırmıştı.
Sendika Hakların Gasp Edilmesi Girişimleri
Toplu Sözleşme ve Grev Yasasının değiştirilmesi için adım, 1969 yılından önce atılmış, Türk-İş tarafından hazırlanan bir tasarı meclise gelmişti. Ancak bu tasarı yasalaşamadı.
1969-70 yasama döneminde CHP ve AP tarafından meclise iki yasa tasarısı verildi. Komisyon, bu yasa tasarıları büyük bir gizlilik içinde yürütülmekteydi. Tasarıların gerekçesi olarak daha önce yürürlüğe giren yasada zamanla bazı eksiklik ve boşlukların ortaya çıktığı iddiasıydı. Yasanın bu biçimde uygulamasının, Türkiye’de sendikaların çok fazla artmasına, bunun iş hayatı için engelleyici ve emekçilere zarar verici olduğu belirtilmekteydi. Ülkede güçlü sendikaların kurulması için bu değişikliklerin yapılması gerektiği söyleniyordu.
Değişiklik tasarısı, Adalet ve Güven Partisinin oyları ile kabul edildi. Tasarıya karşı çıkan tek CHP’li milletvekili Ş. Bakşık oldu. Diğer CHP’liler, oylamaya katılmadılar.
Komisyondan geçerek mecliste görüşülen tasarı 11 Haziran 1970 tarihli oturumda kabul edildi. Tasarı daha sonra görüşülmek üzere Senatoya gönderildi. Bu arada DİSK yöneticileri, bu değişikliklere karşı işçi sınıfının harekete geçmesi kararını alıyorlardı. Senatoda yapılan tartışmalar sonucu, meclisten gelen yasa tasarısı üzerinde birkaç değişiklik yapılarak kabul edildi.
274 ve 275 sayılı yasa değişiklik tasarıları, 27 Mayıs rejimi tarafından Anayasanın 46’ıncı maddesinde yer alan sendika haklarına göre yapılan zorunlu bir düzenleme niteliğindeydi ve Anayasal haklar gereği bu yönden herhangi bir kısıtlamaya gidilmemişti. Bu durum, Temsilciler Meclisinde yapılan görüşmeler sırasında dile getirilmişti.
“...Hiç şüphe yok ki, sendikalar esas itibarıyla kendi meslek erbabının iktisadi ve sosyal menfaatleri için de mücadele edeceklerdir. Ancak tahdidi mahiyette konacak bir takım hükümler ileride sendika hürriyetinin tahribine yol açabilir...” 17 Nisan 1961 tarihli Anayasa komisyonu sözcüsünün konuşması
Anayasa komisyonu Anayasada sendikal faaliyetlerin kısıtlanamaz olduğunu teslim etmekteydi. Sendika çalışmalarının aynı zamanda üyelerin sosyal çıkarlarına da yönelik olabileceğini öngörüyordu. Kısıtlayıcı hükümler getirme sendika özgürlüğün tahrip edilmesine yol açabilirdi. Ancak 1963 yılında düzenlenen yasa ile devlet, il özel idaresi ve belediye kararlarına etkilemek amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı yönünde hüküm öngörülmüştü. Bu hükümle de belli bir anlamda siyasal grev yasaklanmıştı. Ayrıca aynı yasada genel grev hakkı da verilmemişti.
Şimdi yasada yeni kısıtlamalar getirilmesi amaçlanıyordu. Üyeliğin sendika onayına tabi kılınması ve istifanın noter kanalıyla bildirimi gibi değişiklikler Anayasa’nın ruhuna aykırıydı. Amaç, sendika seçimini zorlaştırmaktı. Gerçekte bu düzenlemeler faşist ülkelere özgüydü. Öte yanda sendika kurma hakkı bir takım ilave kısıtlamalara tabi olacaktı. Konfederasyon üyeliği yeni zorluklar içeriyordu. Yeni yasada “birlik” kavramına yer verilmeyişi, grev ve lokavtın eşit ve karşılıklı haklarmış gibi düzenlenmesi, sendikaların ticaret ve yatırım yapmalarına olanak tanınması, üyelerine ticari ilişki içine girebilmeleri, konfederasyonların, sendikalara daha fazla müdahaleci olabilmeleri, vs. gibi özünde Anayasanın amir hükmüne kesin aykırılıklar taşıyan değişiklikler getirilmek isteniyordu. Nitekim bütün bu değişiklikler, TİP’in başvurusu sonucu Anayasa mahkemesince büyük bir çoğunlukla iptal edilecekti.
Getirilen değişikliklerle lokavtın bir hak kabul edilmesi gibi işveren ve sahte sendikacılık lehine düzenlemeler ekleniyordu. Grev veya lokavt öncesi ihtiyari yerini zorunlu tahkim ve bağıtlanmış sözleşme uyuşmazlıklar için yargı yolu düzenlemeleri de bu amacı taşıyordu. Böylelikle kazanılan haklar sürüncemeye bırakılacaktı. Öte yandan genel grev ve sempati grevlerine olanak tanınmıyor, yetki saptanmasına ilişkin kurallar netleştirilmiyor ve işçileri temsil etmeyen sendikalara toplu sözleşme olanağı açılıyordu. Bu uygulamalar ile işverenlerin önündeki her türlü engel kaldırılmak isteniyordu.
“...Kimileri bu düzenlemenin sendika özgürlüğün katledilmek olduğunu söylüyor. Bu müsamahalı görüştür. Aslında Türk toplumunu işçisi ile memuru ile yani bütün çalışan kitleleri ile ve nihayet, müsaadenizle arz edeyim, ordusuyla gittikçe kapitalistleştirilmek istenilen bir düzenin gittikçe haksızlaşan, sömürü oranının ameliyesinin bir küçük parçası oluyor...” Prof. Bahir Savcı 24 6. 1970.
Getirilen değişiklikler ile sendika kurma hakkını önemli ölçüde kısıtlamakta, işçilerin istedikleri sendikaya üye olma özgürlüğünü ortadan kaldırmakta, siyasi iktidarın çıkar ve görüşlerine ters düşen sendikaların güdümlü sendikal örgütler aracılığı ile baskı altında tutulmalarına imkân hazırlamakta, grev ve toplu sözleşme hakları işlemez duruma getirilmek istenmekteydi.
İşçi sınıfının buna ses çıkarmayacağını hesaplamışlardı. Ama yanıldılar. Sınıf hareketinin buna yanıtı her türlü beklentiyi de aşmıştı. Böylesine kazanılmış hakların gasp edilmesi girişimi, gerçekten egemen sınıflar için onulmaz bir basiretsizlikti. Sınıf hareketi tüm ülke çapında büyük bir bunalıma yol açmıştı kuşkusuz; ama Türk işçi sınıfı aynı zamanda sorumluluk bilinci ile davranmıştı. Ama gücünü dosta düşmana sergilemişti artık.
Yürüyüş Kararı
DİSK Yürütme Kurulu, 28 Mayıs 1970 günü topladı. Bu toplantıda 3 Haziran günü, yapılmak istenen değişlikler üzerine daha ayrıntılı çalışma kararı alınır.
İkinci toplantı, 3 Haziran günü yapılır. Bu toplantıda konu hakkında bir inceleme kurulu ve ayrıca eylem kurulu oluşturulur. 5 Haziran toplantısında kurul görüşleri ile basın ve çeşitli yetkili kişiler ile temasa geçilmesi, DİSK sendikalar temsilcileri ile bir kapalı salon toplantısı düzenlenmesi gibi eylem kurulunun belirleyeceği eylem biçimlerinin uygulaması kabul edilir.
Ankara’ya gönderilen heyet temasları sonuç vermemiş olacak ki, Anayasal haklar kullanılarak direnme yapılması için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verilir. Bu arada heyeti B. Ecevit ve bazı senatörler ile görüşür, ancak Başbakan ile görüşme imkânı sağlamaz. Aynı gün, tasarının meclisten geçtiği haberi gelir.
“...Sendikalar kanununu değiştiren yeni tasarı, mecliste 3,5 saat gibi çok kısa bir süre içinde görüşülüp kabul edildi. AP, CHP ve GP oylarının birleştiği yeni tasarı işçilerin serbestçe sendika seçme özgürlüğünü yok etmektedir. Faşist sendikacılığı getirmenin temelleri atılmaktadır... Amaç DİSK’i bertaraf etmektir...” Kemal Türkler 12 Haziran 1970
Heyet, temaslarını tamamlayarak geri döner. 12 Haziran günü Kemal Türkler bir basın toplantısı yapar ve yeni tasarının, işçilerin özgür sendika seçme haklarını yok edeceğini açıklar. Açıklamada, asıl amacın, DİSK’in bertaraf edilmek istendiği belirtilir. 13 Haziran günü yapılan toplantıda, sendika yetkilileri ile görüşmeyi kabul eden Cumhurbaşkanı ile görüşecek heyet belirlenir.
14 Haziran Pazar günü DİSK’e bağlı sendika yöneticileri, işçi ve işyeri temsilcilerinin katılması ile bir toplantı düzenlenir. 15-16 Haziran kalkışmasının bir gün öncesinde, işçi sınıfının işçi ve işleri temsilcileri bir araya gelirler.
Bütün bu gelişmeler, ekonomik mücadele için de olsa, tümüyle önceden tartılıp biçilmiş örgütlü bir mücadelenin hazırlama aşamasını yansıtır. Kozlu grevleri gibi işçi sınıfının sömürü ve baskı uygulamaları karşısında gösterdiği tepkinin giderek kendiliğinden oluşan sınıf eylemine dönüştüğü duruma kıyasla sınıf hareketinin bir üst düzeyine gelinmiştir. Örgütlü eylem, sınıf hareketinin anlık bir tepkiye dayalı değil, ama sürekli var olan sınıf bilinçliliğine dayanmaktadır. Bu açıdan kalkışma çok anlamlıdır.
İşçi temsilcileri toplantısında yapılan konuşmalar da ayrıca sınıf bilincinin olaştığı yeri sergilemesi açısından dikkate değerdir.
“... Arkadaşlar, patronları ezmek için yaptığımız en küçük bir harekette fabrika kapısına devletin askeri, jandarması ve polisini yığıyorlar. Oysa bunlar bizin askerimiz, jandarmamız ve polisimizdir. Bizlerin alın teri ile kazanmış olduğumuz hakkımızı yiyen işveren ve sarı şebekelere karşı koyacağız. Arkadaşlar, ben yarın sabahtan itibaren şalterleri basıyorum...” Haymak işçi temsilcisi başkanı. 14 Haziran 1970.
“...Türkiye’de ilk defa işçi sınıfının gücünü ortaya koymak üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugün en mutlu günümüzdür...” Arçelik işçi temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçi sınıfı olarak Büyük Millet Meclisinde 32 namussuzun çıkartmış olduğu kanunu, eğer kendileri geri almazsa, onlara yalata yalata, böyle sürüngen tabiiyetine girecek şekilde yalatacağız. Kanımın son damlasına kadar 118 Rabak işçisi adına ant içiyorum ...” Rabak baş temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Yalnız sendikalar kanunu değil, bizim aleyhimize Meclisten birçok kanun çıkabilecektir. Ama biz işçi olarak el ele vereceğiz ve işyerlerinde çalışan bizim kardeşlerimizle beraber meseleleri ele alacağız. Gerekirse buradan Ankara’ya kadar yürüyeceğiz...” 6. Bölge işyeri baş temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...2500 kişi olarak bizler yarın sabahtan itibaren savaşa hazırız. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş Savaşı kararını sabırsızlıkla bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye ahız ve yarından itibaren ölümse ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa... Hazırız arkadaşlar ...” Arçelik temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Bu 32 mebus Anayasada olmayan bir şeyi yürürlüğe sokmuşlar. Madem onlar, Anayasaya aykırı olarak hareket edebiliyorlar, bizin de umumi ir grev yapmamız bu Anayasada olmasa bile yapabiliyorlar, o halde biz de yapabiliriz. Genel grev yapalım ve kanunu geri alıncaya kadar direnelim. Bütün gücümüzü ortaya koyalım....” AEG-Eti temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Sayın proletarya sınıfı... İki yaşındaki çocuğumuz yarın sabah evden çıkarken baba bana ne getireceksin dediği vakit, oğlum ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum demesi lazım. Çünkü bu savaş babasının değil, oğlunun gelecekte oğlunun savaşıdır...” Türk Demir Döküm temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Bizim için çıkartılan kanunları tek tek izlediniz. Madem öyle ise, kanunlar bu kadar basit ise, biz de kendimize göre kanunlar yapmaya çalışacağız. Arkadaşlar, kanun dediğiniz zaman bunu nasıl yapacağız? Biz Millet Meclisinde olmadığımıza göre, kendi kanunlarımızı yapacağız. Oy birliği ile karar alacağız. DİSK’in bünyesinde olan tüm işyerlerinde Pazartesi günü, Salı günü, işe şalterleri indireceğiz, işte size bir kanun ...” Kimya İş Kolu Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisinin namus ve şerefine bir leke atılıyor. Mücadelemizi vereceğiz, ama bu mücadelede her türlü meşakkate göğüs gereceğiz, aç kalacağız, yoksul kalacağız, icap ederse öleceğiz. Çünkü bizden evvel şehit olan arkadaşlarımızın da amaçları aynıydı. Türk işçisinin bugünkü hakları için şehit olmuşlardı. Biz onların kemiklerini sızlatmayacağız ...” Sungurlar Kazan Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“... Hakkımızı alıncaya kadar savunacağız, kanımızın son damlasına kadar savaşacağız, hakkımızı alacağız diye söz verdir. Onlar da bize söz verdiler, hakkınızı alacağız diye. O halde şimdi ne yapacağız? Şimdi, yarın sabah erkenden saat 07.00’de işbaşı yaptığımız taktirde, çalışmıyoruz diyeceğiz, icap ederse, öldüreceğiz, öleceğiz. Savaşacağız, uğraşacağız. Türk işçisinin tarihini kanımızla duvara yazacağız...” Beşiktaş Un Fabrikası Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisini davar sürüsü mü sanıyorlar? Artık eski devir geçti. Davar sürüsü öldü. Artık karşınızda bir aslan sürüsü vardır. Artık hepimiz ne yapacağımızı biliyoruz. Sendikacılarımızın vermiş olduğu emirden çıkmayacağız. Ölüm kalım. Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz... Bu gibi kanunlar bundan sonra yürümeyecek. Çünkü devrimci sendikamız bizleri artık bilinçli bir işçi durumuna getirmiştir. Sendikamızın vereceği emirleri bekliyoruz. Grev, yürüyüş, her harekete hep beraber katılacağız ...” Kimya-İş Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“... Çoluk çocuğumuzla yürüyüş yapalım. Topluma mal edelim bunu. Çünkü Türkiye’de bilinçli, gerçek yolda olanlar hep eziliyorlar. Mevcut düzenin kapitalistlerin elinde olduğunu biz halka, bilmeyenlere bildirmeliyiz. Hareketimizi buna göre düzenlemeliyiz. İş yerinde grev yapmışız. Zaten şimdi sendikacılık nedir? 50 lira zam alıyorsunuz, hayat yüzde 200 pahalanıyor. Böyle sendikacılık bir yana dursun, 50 lira zam sendikacılığı yapmayacağız. Arkadaşlar, toplum kalkınıncaya kadar mücadelemizi devam ettireceğiz. Biz bu halkın gerçek iktidarını buluncaya kadar her ne yolda olursu olsun mücadelemize devam edeceğiz ...” Basın İş Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
Bütün bu konuşmalar, işçilerin şimdiye kadar yapılmakta olan sendika mücadelesinin sınırlarına gelindiği düşüncesinde oldukları, bundan sonra atılacak adımın, yasaların çizdiği sınırlar dışına taşıyor olsa bile çünkü bu yasalar, işçi sınıfının düşmanı olan kesimlerin temsilcileri tarafından, kendi deyişleri ile işçi sınıfının düşmanları tarafından çıkartılmıştır ve artık işçi sınıfı u yasaları tanımamaktadır – sendika mücadelesinin bir üst seviyesi olan siyasi mücadele olması gerektiği, bunu için her işçinin, canı ile kanı ile her ne pahasına olursa olsun harekete geçmeye hazır olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının öncülerinin yaptığı konuşmalarda, ertesi günkü hareketlerinin ne anlama geldiğinin bilincinde olduğu görülüyor. Bu hareket, derhal burjuva sınıfını polisi ve askeri ile jandarması ile karşısına dikeceğini biliyor. İçlerinden tutuklanacak olanların olacağının farkındalar. Bu bilinçten hareketle, yapılması gerekenler de söyleniyor. Kesinlikle tutuklamalar üzerine gidilecek, karakol olsun, valilik olsun basılacak ve bu tutuklu arkadaşlar kurtarılacaktır.
Kuşkusuz, sınıf bilincinin bu düzeyi, tam olarak olgunlaşmış sayılamaz. Gerçekte bu mücadele egemen sınıfların yasalarına yönelik olması dolaysıyla siyasi niteliktedir. Ancak bunu ekonomik örgütleri aracılığı ve öncülüğü ile yapmaktadırlar. Kuşkusuz, DİSK yöneticilerinin büyük çoğunluğu, Türkiye İşçi Partisi kurucuları ve yöneticileridir. Ancak bu kişiler, işçi sınıfının karşısına bir Partili kimlik ile değil, ama sendikacı kimliği ile çıkarlar. Bu, toplantıda yapılan konuşmalarda da açıklıkla belli olmaktadır.
“...Çok değerli arkadaşlar, biz işçiyiz. Dünyada her şeyi yapan işçiler amma işçiler durduğu zaman ve geçen sefer bir arkadaşım söyledi. Dünyada her şeyi yapan işçiler durdukça dünya durur arkadaşlar. Uçak durur, gemi durur, fabrikalar durur, bütün vasıtalar durur. Çünkü biz işçiler buna hakim olduğumuz müddetçe her şeyde o zaman kendiliğinden halledilmiş olur. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir...”
Öyle anlaşılıyor ki, K Türkler’e göre işçi sınıfı işte esas olarak budur. İşçiler, her şeyi yaparlar. O nedenle herkes işçilere muhtaçtır ve işçilerin elindeki en büyük güç budur. K. Türkler, buradan hareketle bir genel grevin etkili olacağını düşünüyor. İşçi sınıfının yapacağı bir genel grevin, siyasi anlam taşımış olduğunu, bu hareketin artık burjuva sınıfının egemen konumunu sarstığını, artık yönetici olma meşruluğunu yitirdiği anlamına geldiğini düşünmüyor. Veya düşündürmek istemiyor. Belki böylesine bir anlayışın işçi sınıfının bilinç düzeyi için henüz çok fazla olduğunu düşünüyor. Gerçekte de, temsil ettiği sınıfın bilincini kestiremiyor. Toplantı gününe kadar yapılacak etkinliğin çerçevesi çizilmiş değil. En azından bir teklif getirmiyor. Direniş hareketinin biçimi, tümüyle bu toplantıda belirleniyor.
K. Türkler’in düşündürmek istemediği bellidir. Düşündürmek bir yana, işçi sınıfının bilincinin ekonomik mücadelenin ötesine gitmemesini ister gibidir. Belki bunu bilinçli bir sendika lideri olarak bilinçli yapar. Ona göre, işçiler üretim sürecinde çalışma veya çalışmama konusunda karar sahibi olurlarsa, o zaman her şey kendiliğinden halledilmiş olur. Bunun ötesinde herhangi bir şeye gerek yoktur. Bu kadarını söylüyor. İşçi sınıfını böylelikle dizginlemiş oluyor. Bundan başka da bir şey söylemiyor ve sözlerini bitiriyor. Kesinlikle bir hedef göstermiyor. Hedef, sadece üretimdir. İşçilerin üretime katılmaları veya katılmamalarıdır bütün gerekli olan.
“...Direnme hareketlerine başlandığı takdirde, çünkü yazılı tekliflerde var, onları hepsini toparlayarak söylüyorum, fabrikalarda oturarak vakit geçirmekte gereksiz. Fabrikalarda nöbetçi bıraktıktan sonra, kendi muhitlerindeki yollarda, sokaklarda, halk arasında pankartlarla yürüyüş yapmak. Buna gene işçilerin kendisi karar verecek. Bir yandan bir fabrika işçileri yürüyüşe katıldıktan sonra önünden geçen fabrikadakiler onlara katılacak. Yürüyüş ve mitingleri biz düzenleyeceğiz. Tahminen çarşamba sabahtan itibaren İstanbul’un muhtelif yerlerinde yürüyüşler yapmak şartı ile Taksim veya bir başka meydanda saat 17.00’den sonra miting yapacağız... Bu işler için hemen yarın mı diyelim, daha yakım mı diyelim genel grev mi? Ben bunları teklif ediyorum. Bu kararlar sizindir...”
15-16 Haziran Kalkışması
15 Haziran Pazartesi günü, işyeri temsilcileri, işyeri yetkililerine işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkilileri, işçi temsilcilerine bu hareketin kanunsuz olduğunu hatırlatır. Ancak temsilciler, haklarını almak için iki gün direnişe geçeceklerini, bu nedenle bütün işçilerin işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkililerinin yaptıkları teklifleri kabul etmezler ve iki gün işe gelmeyecek olanların işlerine son verileceği konusundaki uyarıyı dikkate almazlar. Direnişe katılmayacak olanları döve döve götüreceklerini söylerler. İşyeri baş temsilcisinin çaldığı düdük ile işçiler fabrika önlerinde toplanır, yürüyüşe geçerler. Eli sopalı işyeri temsilcileri, çağrıya katılmayanları fabrikadan dışarı çıkartır.
“...Yapılmak istenen değişiklikleri protesto etmek amacı ile bütün gücümüzü ortaya koyup yürüyüş yapacağız. Karşımızda Arçelik işçisi var. Diğer fabrika işçileri de bizlerle birlikte yürüyecektir. İcap ederse, Ankara’ya kadar yürüyüp Meclise girip kendi kanunlarımızı kendimiz yapacağız. Bizin işverenle hiçbir ihtilafımız yoktur. Fabrikamıza en ufak bir zarar gelmeyecektir. Burası bizim ekmek yediğimiz yerdir..” Otosan Fabrikası. 15 Haziran 1970.
“...Anayasal haklar işçilerin elinden alınmaktadır. Bu nedenle direnişe gececeğiz ve bütün değerleri yaratan işçilerin haklarını Amerikan emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri tarafından alınmasına müsaade etmeyeceğiz...” Kavel Kablo. 15 Haziran 1970.
Baş temsilciler, işçilerin toplandığı fabrika önünde yüksek bir yere çıkarak işçilere yapacakları eylemin amacını anlatırlar. Bütün fabrikada çalışanlarla bir olup yürüyeceklerini söylerler. İşçiler, daha sonra fabrikanın güvenliği ve giriş çıkışlarının kontrolü için birkaç nöbetçi bıraktıktan sonra yürüyüşe geçerler.
İlk günkü olaylara çeşitli işlerlerinden 70 bin işçinin katıldığı sanılmaktadır. Pazartesi sabahı işyerlerine gelen işçiler, önce işyerlerinde sessizce direnişe geçerler, daha sonra fabrikadan çıkarak yürüyüşe başlarlar. İstanbul’da yürüyüş, birkaç koldan olur. Kadıköy bölgesinde, Ankara yolu üzerindeki fabrikalardan çıkan işçiler Kartal yöresine doğru yürüyüşe geçerler. Eyüp yöresindeki fabrikalarda çalışan işçiler, Topkapı’ya doğru yürürler. Bakırköy’deki fabrikalarda çalışanlar ise Londra asfaltından yürüyüşe geçer ve şehir içinde özellikle Taksim, Gümüşsuyu ve Şişli yönüne doğru yürürler. Tuzla ve Çayırova yörelerindeki fabrikaların işçileri ise Gebze’ye doğru yürürler.
Yürüyüşlerin başlaması ile işçilerin yürüdüğü yollardaki trafik kesilir. Yürüyüşün başlangıcında, yürüyüşe katılmayanlar çıkar. Bunlar, işyeri temsilcileri tarafından zorla fabrikadan çıkartılır. Yürüyüşe başlandıktan sonra, çeşitli noktalarda polis barikatları ile karşılaşılır. Polisin yürüyüşe katılanları gözaltına alması üzerine, işçiler, karakollara doğru yürür, gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılmalarını ister. Polisler, bu işçileri serbest bırakmak zorunda kalır.
Yürüyüş sırasında işçiler, Ulus Basımevi ve Ulus gazetesine girerler. Burayı iki saat süre ile işgal altında tutaklar. Yürüyüş boyunca, bazı fabrika önüne gelen işçiler, buradaki işçilerin da yürüyüşe katılmaları için çağrıda ve tezahüratta bulunur. Ancak bu fabrikalardaki Türk-İş yöneticileri, işçilerin yürüyüşe katılmalarını engeller. Bir başka fabrikada, işçiler, yabancı sermayeli şirketin yabancı müdürü tarafından yürüyüşe katılmaları yönünde teşvik edilir. Ama aynı şirketin Türk müdürü, bunların yürüyüşe katılmalarını engellemek için elinden geleni yapar, ama başaramaz.
15 Haziran günü yapılan yürüyüşler, DİSK bünyesinde oluşturulan bir komite tarafından yönetilmiştir. Yürüyüşe 100’ün üzerinde işyeri katılmıştır. Bunların çoğunluğu DİSK’e bağlı sendikalara üye işçilerdir. Ancak Türk-İş’e bağlı sendika üyesi olan işçilerin de direnişe katıldığı görülür.
16 Haziran Günü
İlk günkü direnişte önemli bir olayla karşılaşılmamış olmasına karşın, 16 Haziran günü direniş olaylı geçer. İşçiler, ikinci gün de çeşitle kollardan sabahın erken saatlerinden başlayarak yürüyüşe geçerler. Topkapı’dan yürüyüşe başlayan işçiler, buradan çeşitli kollara ayrılarak devam ederler. Cağaloğlu'na gelen bir grup, buradan vilayetin önüne gelmek ister. Zırhlı birlikler, yolda barikat kurmuştur. Bu barikatı aşan bir kısım işçiler, yan sokaklardan vilayetin önüne gelir, buradan Eminönü’ne iner. Bu sırada, İstanbul ve Beyoğlu yakasındaki işçilerin birleşmesini önlemek amacı ile köprüler açılır. Köprüden geçemeyen işçiler, sandal ve motorlarla karşı yakaya geçer, Beyoğlu’na çıkar. Bu yürüyüş kolunun diğer kısmı, geriye, Topkapı yönüne döner. Sur dışından Fındıkzade’de ikiye ayrılan yürüyüş kolu, Fatih üzerinden Saraçhane’ye, orandan da Unkapanı köprüsüne gelir. Ancak köprü açılmıştır. İşçiler, geri dönmek zorunda kalır.
Levent ve Mecidiyeköy yöresinden gelen işçiler, Levent’te bir polis barikatı ile karşılaşır. Barikattaki işçiler, yürüyüş kolunun önündeki kadın işçileri coplar. Bunun üzerine çatışma başlar. Çatışma sonucu işçiler barikatı aşar ve yürüyüşe devam eder.
Yoğurtçu Parkı Çatışması
Kadıköy bölgesindeki en büyük çatışma, Yoğurtça Park civarında olur. Bu çatışma sırasında bir polis ölür. Çeşitli yerlerden gelen işçiler, buradaki barikatı da aşarak Kadıköy iskelesinde toplanır. İskele civarındaki olaylarda polis silah kullanır. Çatışmalar çok şiddetli olur. Kaymakamlık binasında yangın çıkar. Bazı polis arabaları ve sivillere ait birçok araba ile Adalet Partisi binaları tahrip edilir.
Kadıköy yakası ve özelikle Ankara asfaltı üzerindeki işlerlerinde çalışan içiler, Üsküdar ve Kartal yönünde iki koldan yürür. Kartal köprüsüne gelen yürüyüş kolu, burada kurulan barikatla karşılaşır. Bu sırada Çayırova’da çalışan işçiler, Kartal’a doğru yürür. Yol boyunca yer alan fabrikada çalışanların katılması ile bu yürüyüş kolu, çok büyür. Bu yürüyüş kolu, Bağdat caddesi üzerine gelir. Burada karşılaşılan barikatlar, kolaylıkla aşılır.
İzmit Yürüyüşü
İzmit’te, 16 Haziran günü işçiler, Maden-İş Sendikası Bölge temsilciliği önünde toplanır ve yürüyüşe geçerler. İlk gün sendika temsilcilerinin engellemesi ile yürüyüşe katılamayan fabrikalardaki işçiler, iş yerlerini terk ederek yürüyüşe katılırlar. Kent merkezine doğru yürüyüşe geçen işçiler, yolda art arda kurulan iki komando barikatı ile karşılaşır. İşçiler bu barikatı aşarlar ve yeni işçilerin aralarına katılmalarını sağlarlar.
Buradan kent merkezine doğru yönelen işçiler, yolda yine iki barikatla karşılaşır. Bu sırada İçişleri Bakanı kenttedir ve yürüyüş kolunun kente girmesine engel olunması için kesin emir vermiştir. İşçiler, kurulan iki barikatı aştıktan sonra, kente 12 km kala kurulmuş üçüncü bir barikatla karşılaşırlar. Burada bazı görevliler, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek için sizi kolordu komutanı görmek istiyor der. Ama işçi önderleri bunu kabul etmezler. Bu arada bir işçi temsilcisinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir. İşçilerin polis merkezine doğru yürümek istemeleri sonucunda bu işçi temsilcisi hemen serbest bırakılır.
İşçiler, kurulan son barikatı da aşar, kent merkezindeki cadde boyunca yürür ve Atatürk anıtına gelir. Burada yapılan konuşmalardan sonra Kolordu Komutanlığının önüne gelinir. Ordu lehine tezahüratta bulunurlar. Buradan çocuk parkına gelinir. Erkesi gün yapılacak eylemler için kent merkezindeki Maden-İş sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
TİP’in Görüşleri
Türkiye İşçi Partisi, olaylarla ilgili gelişmelerin içindedir. Sınıf hareketinin niteliği, TİP basın bülteninde şu şekilde dile getirilir.
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum, yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi. Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve işçi ve emekçi sınıfların yanındadır.”
Aynı gün yayınlanan ikinci bir bildiride, şu ifadelere yer verilir:
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum, yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi. Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve işçi ve emekçi sınıfların yanındadır...”
Türkiye İşçi Partisi, 19 Haziran 1970 tarihinde bir bildiri yayınlar. Bildiride, işçi sınıfının sendika yasasında istenen değişikliklerin ne amaçla yapılmak istendiğinin farkında olduğu, buna karşı harekete geçen işçileri parti olarak tamamen desteklediğini duyurur.
Türkiye İşçi Partisi Genel Yönetim Kurulu, 11 Ekim 1970 tarihinde yaptığı toplantıda 15-16 Haziran olaylarını görüşür ve bir rapor hazırlar. Bu Rapor, ayrıca 2931 Ekim 1970 tarihlerinde yapılan Büyük Kongreye sunulur.
Parti, 15-16 Haziran olaylarını son zamanlarda işçi sınıfının yükselen genel sınıf eylemi perspektifinden değerlendirir. İşçi sınıfının eylemi, özellikle 1965 yılından sonra nitelik değiştirmektedir. Bu eylemler, her ne kadar temel olarak ekonomik çıkarlar doğrultusunda olsa da, 1968 yılındaki Derby lastik fabrikası işgali ile yeni bir düzeye ulaşır ve böylelikle ilk defa yasal sınırların zorlanır. Bunun ardından 1969 Alpagut linyit işletmesi işgali ile ilk defa bir işlerinde işçi yönetimi uygulamasına tanık olunur. Son olarak da 15-16 Haziran olayları ile işçiler, ilk kez belirli bir işyerini ve belirli bir işvereni aşarak doğrudan genel grev niteliğinde bir direniş şeklinde gelişen politik eylem yapar.
Eylemlerin yeni boyut kazanmasının başlıca nedenleri, egemen sınıfların sınıfsal nitelikleri gereği kapitalist kalkınma yolunda ısrarlı olmaları, buna karşılık emekçe ve özellikle işçi sınıfının örgütlü olmayan bölümünün yaşam koşullarının kötüleşmesi ve sanayi işçilerinin ekonomik mücadele deneyimlerinin artması sonucu grev ve işgal gibi yığın eylemlerine yönelmesidir.
Sendikalar kanununun iptali için Anayasaya başvuran Türkiye İşçi Partisi, aşağıdaki açıklamayı yapar:
“...Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Şaban. Yıldız, yürürlüğe giren 274 sayılı sendikalar kanununun I. Maddesinin iptalinin ham usul, hem de esas yönünden bozulması istemi ile Anayasa mahkemesine başvurmuştur...”
“...Esas hakkında iddiada, özellikle sendika birliklerinin men edilmesinin, işverenlere lokavt hakkının tanınmasının, sendika üyeliklerinin yetkili organ onayına bağlanmasının, üyelikten çıkışların noter huzurunda olmasının, bir sendika veya federasyonun faaliyette bulunabilmesi için o iş kolundaki sigortalı işçilerin 1/3’ünü temsil etmesi koşununun, bu tip sendika ve federasyonlardan en az 1/3’ünün ve sendikalı işçilerin en az 1/5’inin üye sıfatı ile bir araya gelmesine bağlanmasının, Anayasa ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Uluslararası çalışma sözleşmelerine aykırı olduğu açıklanmaktadır...”
Dilekçede, ayrıca, yasa uygulamasının telafisi imkânsız sonuçları açısından bir an önce yeniden ele alınması gerektiği belirtilmektedir.
Türkiye İşçi Partisi Kongre Kararlarında işçi sınıfının ekonomik mücadelesi şu şekilde dile getirilir:
Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin örgütlü biçimidir. Ekonomik mücadeleler, zamanla genel grev, sempati grevleri, direniş, gösteri ve yürüyüş biçimini alarak politik nitelik kazanır, bugün bu politik oluşum, Türkiye sendikacılığının ayırt edici özelliğidir. Toplu sözleşmelerin, işçilerin bütün sorunlarını çözeceğini ileri süren anlayış, egemen sınıflara hizmet eder. Oysa işçi sınıfı sorunlarının son ve kesin çözümü politik iktidardan geçer. Mevcut kapitalist sistem çerçevesinde işçi sınıfı için taviz koparma düşüncesi sosyal demokrat bir anlayıştır ve bu anlayış, işçi sınıfının, müttefiki emekçi sınıflarla iktidara gelmesi görüşüne karşıdır. 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişiklikler, sendika özgürlüğünü sınırlamak ve bu doğrultuda işçi sınıfının devrimci sendikalarının gelişmesini önlemek amacını taşır. Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfının kendi haklarını savunması mücadelesinde yer alır. Sendika örgüt ve hareketi, kendi sınıf partisinden bağımsız, ama onun paralelinde ve onun destekleyicisidir. Bu amaçla, işçi sınıfının ve emekçi kesiminin iktidarı kaçınılmazdır.
 

1 yorum:

  1. «Liberal ve sevimli kimseler(den)» Prof. Osman Okyar’ın aslında tam bir ‘yavşak’ olduğunu yine bir TiP ağır topundan öğreniyoruz [bkz: (1) Dr. Yahya Kanbolat, “Olduğu gibi”, Bayır Yayınları, Anı dizisi 1, Birinci basım Nisan 1979, Akademi Matbaası Tel. 25 15 14 - Ankara, s.69 ve (2) Oya Baydar & Melek Ulagay, “Bir dönem iki kadın”, Can Yayınları 1948, © 2011 Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., ISBN 978-975-07-1273-9, 2. Basım Mart 2011 Ekosan Matbaası, s.152].

    YanıtlaSil