5 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Türk-İş Yönetimini Bekleyen Acil Görevler

Geçtiğimiz yılın son ayında, Türk-iş 21. Olağan Genel Kurulu tamamlandı. Bu kurulda bir süredir sendikal hareketin işçi sınıfının ekonomik sorunları yanı sıra, siyasi hedeflerine de yönelik çalışma yapmasını savunan Güç Birliği Platformu muhalif grup olarak seçimlere ayrı bir liste ile katıldı. Kurul öncesi yaptığı çalışmalarla bir hayli yankı uyandıran muhalifler, 35 civarında sendikayı temsil eden toplam 362 delegenin 127’sinin oyunu aldı. Böylelikle Türk-İş muhalifleri, kendi aralarındaki güç birliğini sağlamakla önemli bir aşama kaydetmiş oldular.

Genel kurul çalışmaları sonucunda, bugün işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar üzerinde duruldu ve önemli kararlar alındı. Başta taşeron uygulaması, kıdem tazminatı, kayıt dışı çalışma, esnek çalışma, telafi çalışma, kısmi süreli çalışma düzeni, grev hakkı ve hak grevi sorunları ele alındı ve bunların işçi lehine sonuçlanması kararlaştırıldı. Bu arada fikir ve düşünce özgürlüğünün yerleştirilmesi istendi ve kıdem tazminatına dokunulmasının genel grev nedeni kabul edileceği belirtildi.

Ayrılık ve birlik
Bundan öncekilerden farklı olarak Türk-iş Genel Kurul çalışmaları ilk kez işçiler arasında olduğu kadar kamuoyunda da ilgi ile izlendi. Bu sefer özellikle hemen herkesin sonuçlarını önceden bildiği seçimlerden farklı olarak ayrı liste ile katılan 10 muhalif sendikanın alacağı sonuçlar merakla beklenmekteydi. Gerçekte bu merak, bir tarafta eski yönetim ve diğer tarafta muhaliflerin tavırlarında ne ölçüde kararlılık olacağına ilişkindi.

Her zaman olduğu gibi, eski yönetim, kurul öncesinde sessiz, sakin ve belli ki olası gelişmelerden emin olmalıydılar. Türk-iş, ilk kurulduğu tarihten bu yana nice badireler atlatmıştı ve bu sefer, belli ki karşısına çıkan muhaliflerin yarattığı onca gürültüye karşın, bu sefer de seçimlerde blok olarak kazanacakları açıktı. Bu sadece sendikaların üst organı niteliğindeki konfederasyon yapısının buna imkân vermesi nedeniyle değildi. Sınıf hareketinin bugünkü koşulları, güç birliği platformunun ses getiren çabasına karşın henüz bu seyri değiştirecek dinamiğe sahip olmamasıydı.

Üye sendikalar, konfederasyon kurullarına bildirim esasına göre katılır ve ölçüde onun giderlerini karşılar. Bildirilen üyelik üzerinde bir denetim yapılmaz veya yapılacak bir denetim ancak üst organın kendi inisiyatifindedir. Türk-iş mevcut yönetime yakın sendikalar içinde bir yönetim değişikliği olmadığı ölçüde, kurul çalışmalarında üye sendika delegelerinin sayısı ve kimlikleri, dolaysıyla oylarının renkleri önceden bellidir.

Seçimler sonucunda güç birliğini oluşturan sendikaların aldığı oy, bir başlangıç olması açısından işçi sınıfının geleceği için umut vericidir. Ama bu olumlu gelişmeler bununla da sınırlı kalmıyor.

Güç birliği platformunun oluşumu, bundan önceki Tekel direnişi ile bağlantılı bir süreç sonucunda ortaya çıktı. Tekel işçilerinin çabalarının meyve vermiş olması önem taşıyor. Tek Gıda İş sendikası, bu direnişi destekleme konusunda Türk-iş'i eleştirel tavır alması bu muhalif hareketin bir araya gelmesi ile sonuçlandı. Türk-iş mevcut yöneticileri ise buna katılmıyor ve direnişçilere her türlü desteği verdiğini söylüyor.

Tekel direnişi, bir hak grevi niteliğinde ama yasal çerçeveyi zorlamış olması nedeniyle, bir taraftan direnişin haklılığı ve diğer taraftan kamuoyundan gelen geniş destek sayesinde yürütülmüştü. Belli ki bu durum çok sakıncalıydı Türk-iş’ten ölçülü davranması ve sağladığı desteği çekmesi istenmişti.

Sonuçta Tekel direnişi ve benzeri diğer haklı gerekçeler, muhaliflerin işçi sınıfının bu bilinçli ve kararlılığına koşut radikal bir tavır içinde muhalefet hareketini başlatmalarına ön ayak olmuş ve adeta bunu kaçınılmaz kılmıştı. Bir başka deyişle, güç birliği hareketi kolaylıkla Türk-iş'ten bir kopuşun gerekçesini oluşturabilecek dinamikleri barındırmaktaydı. Bunun gerçekleşmeyişi ve genel kurul içinde her iki tarafın bu tutumu benimsemiş olmaları da Türk işçi sınıfı yararına olacak tutumdur.

İşçi hakları yerlerde sürünüyor
Eskiden Türk-iş’in sarı sendika olduğu, öte yandan DİSK’in adı üzerinde devrimci bir tutum takındığı ve sınıf sendikacılığı ile sermayeye karşı tutarlı tutum sergilediği ve işçilerin haklarını sonuna kadar kolladığı söylenir. Ama bunun gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığını söylemek gerekir.

İşçilerin ekonomik mücadelesinde sendikanın devrimci tutum takınması yetmez. Sendikacılığın temeli sendikacıların tutarlılığı kadar, ondan da daha fazla sendikanın gücü; işçi sınıfının birliğini sağlaması ve patrona karşı yekvücut çıkabilmesine bağlıdır. Patron ile pazarlıkta işçilerin elindeki asıl güç devrimci söylem değil, ama tüm işçilerin güç birliği içinde olmalarıdır.

Hiç kuşku yok ki, günümüzde sendikalar sadece toplu pazarlık, sözleşme ve bu bağlamda işyeri uzlaşmazlıklarında işçilerin patronlara karşı mücadele aracı olma işlevini sürdürüyorlar. Ama günümüzde sermaye topyekûn saldırıya geçmiştir ve bugün emek sermaye çelişkisinde uzun bir zamandan beri gelinen düzeyin içler acısı haline bakarak işçilerin mücadelelerini sadece sendikal platformda yürütmelerinin imkânsız olduğu açıklıkla ortaya çıkmıştır.

Getirilen bir dizi taşeronlaşma, esnek işçilik, telafi işçiliği, geçici dönem işçilik gibi yeni uygulamalar ve yasal düzenlemeler ile artık iş güvenliği için yasalarda ne varsa tümüyle kaldırılmış bulunuyor. Sendikal örgütlenme, toplu sözleşme ve grev konularında yapılan yeni düzenlemeler, bir taraftan işçilerin örgütlenmek için bir araya gelmeleri ve sendikaya üye olmaları iyice zorlaştırılırken, diğer taraftan grevlerin işçi sınıfı için bir ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkartılmasına yönelik her türlü zorluklar yasalara yerleştirilmiş bulunuyor.

İşçiler için koşullar o kadar ağırlaştı ki, bütün bunlara karşı ister haykırışlarla, ister sessiz ve derinden, ama her zaman şu yada bu görüşte olduğuna bakılmaksızin bir arada karşı durulması, bu beraberliğin sağlanması en tutarlı ve eğer illa da dile getirmek gerekiyorsa, en ilerici tutum olacaktır. Son Türk-iş genel kuruluda tam bir birlik sağlanması da bu bakımdan çok önemlidir.

Sendikaları küçümseme cehaleti
Bugün gelinen için suçlu aramak bir yana, bunun için Türk-iş’i suçlamak bir başka anlaşılmaz bir tutum olacaktır. Yoksa aynı mantıkla hareket edildiğinde, “neden bütün bunların sorumlusu DİSK olmasın” sorusu sorulabilir. Gerçekte bu şimdiye kadar üzerinde pek durulmamış ama bugün sendikal harekette gelinen durum itibarı ile enine boyuna değerlendirilmesi gereken bir husustur.

Bütün bu olup bitenlerde günah keçisi olarak sendikacıları göstermek sorunun çözümünde adım atmaktan çok onu daha da güçleştirmekten öte gitmez. “Türk-iş yöneticilerini biat kültüründen gelen, militan sendikacılık anlayışını reddeden kimselerdir” demek tümüyle boş laf olduğu gibi, Türk işçi sınıfı hareketini ve onun sendikal örgüt geçmişini hiç bilmemek demektir. (i)

Sadece bu değil, ama görkemli bir geçmişe sahip Türk işçi sınıfı hareketini, bir biçimde bu hareketin temsilcisi niteliğindeki kişilerin tutum ve davranışları ile tanımlamaya kalkışmak abesle iştigaldir.

İşçi sınıfı tarihi bir görev üstlenmiştir. Onun misyonu tarihseldir. Bugünden yarına gerçekleşecek ve hayata geçirilecek değildir. Bunun için sabır, metanet ve istikrar gerekir. Bunun dışında çoğu zaman sınıf hareketinin belli bir dönemde daha da fazla ihtiyatlı olmak ve kazanılmış hakların boş yere riske atılmasına yol açacak maceracı tutumdan kaçınmak gerekir.

Her ne pahasına olursa olsun, Türk işçi sınıfı hareketinin bugün geldiği düzey onun sabırla ve metanetle yürüttüğü mücadelelerin bir sonucudur. Sendikal örgütlenme için yapılanlar salt bu kapsamda ve bugün gelinen durum daha geniş bir bakış açısı ile ele alınmalıdır. Bu bağlamda örgütlenmenin bütünlüğünün en ön planda geldiği görülmelidir. İşçi sınıfının özüne güvenilmeli ve dışarıdan bilinç aşılama pahasına bu bütünlüğe halel getirecek davranışlardan kaçınılmalıdır.

Türkiye’de günümüz sendika önderleri, 1947 sendikacılarının mirasçılarıdır. O günün sendikacıları, döneme özgü sayısız engelleyici koşullar yanı sıra, bir de grev ve toplu sözleşme haklarını içermeyen bir düzende sendikal örgütlenme yapmak durumundaydılar. Elinde grev silahı olmayan işçiler adına hak mücadelesi sermaye ile ona karşı taraf niteliğinde pazarlık yapmaksızın yürütülecekti. Sendikacılar eğer ayakta kalmak istiyorlarsa, bu olanaklardan yoksun olarak mücadele etmeleri gerekiyordu.(ii)

Sınıf hareketi biçimi ve özü
Sermaye ile pazarlık için elinde toplu sözleşme ve grev hakkı dahil, hiç bir kozu olmadığı halde işçi sınıfının kendi gücüne inancı ile ayakta kalmayı başaran sendikacılar bundan daha fazlasını da anlıyor ve kavrıyorlardı. Bundan böyle yola devam etmenin tek koşulunun işçi sınıfının siyasi mücadelesinden geçtiğinin farkına varmışlar ve her ne pahasına bunu gerçekleştirmek için yola çıkmışlardı.

Milli Şeflik döneminde bulamadıkları fırsatı 27 Mayıs devrimi sonrasında yakalıdılar. İşçi sınıfının siyasi eylemliliği için var güçleri ile çaba gösterdiler. Saraçhane mitingi ile sergilenen yığınsal hareket sendikacıların bu bilincin işçi sınıfının geniş kesimine yansıtabildiğini ortaya koymuştur. Aralık 1961’de düzenlenen miting, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği yönetim kurul kararı sonrasında yürürlüğe sokuluyor. Yaklaşık yüz bin kişinin katıldığı bu miting, yeni dönemde egemen sınıflar için yeterince öğretici olduğu çok açıktır.

Ama günümüz sendikacılarını militan olmamakla suçlayanların hala daha sapla samanı karıştırdıklarını görmek üzücü. O günün koşullarında 100 bin kişinin bir araya geldiği miting, sadece işçi sınıfı hareketi açısından güçlü bir çıkışın ifadesi olmakla kalmıyor; ama aynı zamanda sınıf hareketliliğinde çok ciddi bir canlanmanın ortaya çıkmasına yol açıyordu. 

Sendikacıların öncülüğü sadece bununla kalmadı. Ertesi yıllar da hak arayışları için mücadelelerini sürdüreceklerdi. 1962 yılı ve sonrası mitingler ve olaylarla dolu geçti. Saraçhane mitingi ile kendini gösteren yığınsal hareketin bir anlık tepki olmadığı, bu bilincin işçi sınıfının geniş kesiminde dalga dalga yansıdığı ortaya çıktı. Kavel direnişi düzenlendi. Kavel direnişi, daha sonraki aşamalarda işçi sınıfı içinde çok geniş bir dayanışma hareketlerinin ve mücadelelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bütün bu eylemliliğin sermayeyi işçi sınıfına boyun eğdirdiği biliniyor.

Türkiye’de bugün sendikacılığın bir mum gibi eridiğini (iii) söyleyerek bunu basiretsiz sendika yöneticilerine bağlamak bir başka önemli gerçeği, işçi sınıfının bilinç düzeyini de küçümsemek anlamına geliyor. Gerçekte bütün bu yukarıda anlatılanlar, sendikacıların değil, ama tabandan, işçi sınıfının içinden gelen dinamizmi yansıtıyor. Sendikacılar bütün bu zahmetlere işçi sınıfından gelen dayatmalar nedeniyle katlanıyor.

Benzer biçimde, bugün sermayenin işçi sınıfına saldırısı; uluslararası sermaye desteği ile olağanüstü düzeye ulaşıyor. Bugün örgütlenmede böylesi zafiyet yaşanıyorsa, bunun nedenlerini görmek ve ondan sonra konuşmak gerek. Dışarıdan ahkâm kesmek yada militan sendikacılığın yapılmadığını söylemek açıklayıcı olmuyor.

Yukarıda kısa özeti verilen sınıf hareketinin geçmişinden çıkartılacak dersler açık. Lafla peynir gemisi yürümez. Laf ebeliği ile sendikacılık yapılmaz. Yaşam mücadelesi hiçbir zaman hafife alınamaz. Hele hele aceleci ve maceracı girişimler hiçbir fayda getirmez. İnsan toplulukları uzun, meşakkatli ve sabır gerektiren bir hayat mücadelesi içidedir. Böylesi mücadele içinde bizatihi hayatı elleriyle yakalamış insanlara dışardan ahkam kesmek hiç bir işe yaramaz. Böylesi zor koşullara karşı mücadelede insanlar tek başına değillerdir. Sınıfa inançsızlık olmaz.

Bugün gelinen aşamada ancak on kişiden birinin örgütlü olabildiği koşullar ne sarı sendikacılık, de militan sendikacılık ile ilgili. Böylesi bir durum, işçi sınıfının birlik olmakta beceriksizliği veya onların temsilcilerin sendikaların becereksizliğini gösterdiği kadar, daha da önemlisi, sermayenin artık örgütlü işçi sınıfına tahammül edemiyor oluşudur. Sermayenin bu denli zor duruma düşmüş olması ve işçi sınıfına sus payı ayıracak durumda olmaması nedeniyledir. Yoksa makul, temsili niteliği olan ve işçi sınıfı sömürüsünü etkili biçimde gizleyebilecek yaygın bir sendikal düzen sermayenin de kabul edeceği bir durumdur. Ancak bu koşullar altında sermaye sömürü düzenini daha sorunsuz götürebilir.

Türkiye gerçeğinden sendikalara bakmak
Sendikal  mücadeleler tarihi çok zengin deneyler içeriyor. Sendikacılar, uzun bir baskı ve suskunluk dönemi sonrasında siyasi mücadele alanında da çok önemli bir başarının altına imza atıyorlar ve Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşuna ön ayak oluyorlar. İlk başlarda bizzat partinin örgütlenme çalışmalarını doğrudan kendileri başlatıyor. Ancak kısa süre içinde yanlış yaptıklarını anlıyorlar. Siyasi çalışmaların sendikal çalışmalardan farklı olduğunun bilincine varıyor ve siyasi parti kuruluşu için aydınlarla işbirliği yapıyorlar kısa süre içinde parti kuruluşu gerçekleştiriliyor ve başarılı bir siyasi süreç başlatılıyor.

Bütün bu süreç içinde “militan olmayan" sendikacılık süreci tamamlamış oluyor ve sermayeden çoğu dünya ülkelerinde olduğu gibi grevli ve toplu sözleşmeli sendikal mücadele döneminin başlangıcına tanık olunuyor. Türk sendikacılığı için bir dönem kapanıyor ve yeni bir dönem başlıyor.

Bütün buraya kadar anlatılanlar, epey uzunca bir sürecin bütününe bakıldığında gözlemlenen ana hatları değerlendiriyor ve bu hangi açıdan ele alınmış olursa olsun, değişmeyecek bir çizgiyi yansıtıyor. Çünkü bu tümüyle işçi sınıfı hareketinin bizatihi kendine güven  ve kararlılığı sonrasında ortaya çıkmış bir durum. Bu bir tarihsel süreç her kim olursa onsul ne kişilerin özgür irade veya bu iradenin sorgulanabilir olması ile bağlantılı; ne de belli varsayımlar yapılarak doğabilecek sonuçlar üzerinde spekülasyon yapmanın bir anlamı var.

Böyle bir değerlendirmeyi haklı kılacak en kestirme gösterge, dünya işçi sınıfı hareketinin bugün geldiği düzey olacaktır. Yakın ve uzak çevrede yer alan ülkelere bakıldığında Türk işçi sınıfının bugün ekonomik ve siyasi örgütlenme ve bilinç düzeyinin ne onlardan hiç de geri kalmadığı söylenebilir.

Bu gerçek ışığında, sendika yöneticilerinin kişisel tutumlarını öne çıkartmak, onları tutarsız olarak değerlendirmenin bir anlamı olmadığı gibi, örneğin işçi sınıfını sermayeye peşkeş çeken alçak insanlar olarak değerlendirmek de hiç akıl kârı değildir. Son tahlilde sömürünün bizatihi kendisi bir ahlaksızlıktır ve bu süreç içinde yer alanların ister burjuvazi olsun ister iddia edildiği gibi onun "işbirlikçi" sendikacıları olsun durum değişmez ve gerçekte de bu sömürünün sürdürülüyor olup olmayışı, burjuva, sendikacı veya bir başkasının dürüst veya alçak olup olmaması ile hiç mi hiç bağlantılı değildir.

Tarihin nesnel koşulları
Uzun bir zamandan bu yana kapitalizm ciddi bir bunalım içine. Yakın zamanda finans piyasasının sağladığı olanaklar bu sefer katkı yerine bunalımı derinleştirmekten başka bir sonuç vermedi. Dünya ekonomisinde yavaşlamaya konut piyasasında başlayan ve tüm dünyaya yayılan küresel dalgalanma da eklenince tehlikenin boyutu bir anda genişledi. Kapitalist ekonomin bunalımının derinleşmesi sermayeyi işçi sınıfına saldırıya zorluyor.

Nitekim benzer bir gelişme, 1970’li yılların ortalarında yaşanmış, dünya ekonomisinde kâr oranlarının azalması karşısında başta ABD ve İngiltere olmak üzere, birçok ülkede işçi sınıfına karşı topyekûn bir saldırıya geçilmişti. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesine yönelik bu saldırılar sonrasında ABD ve İngiltere’de 1980’lerle birlikte işçilik maliyetleri düşürülebilmişti. Yürürlüğe sokulan Reagan’cılık ve Thatcher’cilik gibi yeni entrikalar, bu iki ülkede işçilerin ciddi kayıplara uğraması ile sonuçlandı. Bu kayıplar, özellikle ABD’de işçi sınıfının satın alma gücünün her yıl gerilemesi ile etkileri bugüne kadar süregeldi.

Çıkarları birbirleri ile taban tabana zıt emek ve sermaye çelişkisinin uzlaşmaz nitelik taşıdığı biliniyor. Bu uzlaşmazlık içinde sendikaların ekonomik mücadelesine sermayenin de yanıt vermesi, sendikaları güçten düşürmeye çalışması ve hatta kimi zaman sendikal örgütlenmeyi karşısına alarak ve onu yok etmek istemesinin doğal olduğu ileri sürülebilir. Sendikaların da bunun bilincinde olarak sermayenin bu tutumuna karşı her zaman tetikte ve onun sendikasız çalışma dayatmasına karşı durması beklenir. Kısaca bugün karşılaşılan sendikasız çalışma dayatmasının sermayenin işçi sınıfına karşı tutumunda yeni bir gelişme olmadığı düşünülebilir.

Hatta bu karşıtlık içinde kimi zaman çok ilginç bir örnek oluşturan ortaya çıkan Telekom grevinde olduğu gibi, işverenin sendika ile toplu sözleşme görüşmelerinde doğrudan “biz sendika istemiyoruz” talebini görüşme masasına getirmesi, işçilerin ise “zamlar senin olsun, ama biz sendikamızı hiçbir şeye değişmeyiz" diyerek buna karşı açık ve en sert yanıtı vermesi çok şaşırtıcı bir durum olarak değerlendirilebilir. (iv)

Ama bu yaklaşım, uluslararası sermaye sınıfının son dönemde tüm küresel düzeyde emeğe topyekûn saldırısını göz ardı etmiş olur.

Son zamanlarda dünyada ve Türkiye’de olup bitenlerin temelinde yatan nedenleri göz ardı etmek yaşanan süreci görmemek anlamına gelir. Sermayenin sendikasız çalışma dayatması, keyfi uygulamaları yada sendikal örgütlülüğe her zamanki dolaylı veya dolaysız saldırıları ile değil, ama sermayenin bir toplumsal ilişki olarak yakın zamanlarda geçirdiği evrim ile ilgilidir. Sermayenin geçirdiği bu evrim de doğrudan işçi sınıfının kuşatılması, onun örgütlenme olanaklarının dinamitlenmesi ve mevcut örgütlerinin de paralize edilmesini gerektirmektedir.

İşgücü bileşenlerinin değişmesi
1980’lere doğru kapitalizmin yaşadığı bunalımdan çıkmak için işçi sınıfı düşmanlarının küreselleşme kapsamında gerçekleştirdiği sermayenin uluslararasılaşma süreci doruk noktasına ulaştı. Bu durum, zengin kapitalist ülkelerde, özellikle imalat sanayisinde yatırımların azalmasına ve işsizliği hiç akla hayale gelmeyecek düzeylere çıkardı. Müzmin işsizlik, ABD ve Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı için tam bir şaşkınlık yarattı.

Dünya çapında zengin fakir bütün kapitalist ülkelerde açık veya çok marjinal (düşük) ödemeli kayıt dışı istihdam hızla artmaya başladı. Bu arada gelişmekte olan ülkelerde köylülüğün tasfiyesi kentlerde sayıları milyonlarla ölçülen işsizler ordusu oluşturuldu. Bu durum, sermayeye işgücünün bileşiminde radikal bir değişiklik yapabilmesi için gerekli koşulları sağlayacak ortamı oluşturdu.

Geleneksel iş akdine dayalı ve kayıtlı istihdam olarak nitelendirilecek işgücü büyük ölçüde parçalandı. Tam zamanlı işçilik yanı sıra yarı zamanlı işçilik, fason işçiliği, geçici işçilik, taşeron işçiliği ve kendi kendinin patronu olan işçilik (uzman işçilerin sağladığı kayıt dışı işçilik) gibi işgücünün bilemişinde radikal değişiklikler gerçekleştirildi.

“Yeni manifaktür” sürecine yol açan bu gelişme, ölçek ekonomisinden bir taviz vermeksizin, üretim altyapısının parçalanmasına yol açtı. Ana üretim tesisi onunla eklemlenen çok sayıda küçük ölçekli üretim birimleri kümesi ile çevrelendi. İşgücünün birbirinden temelli farklılıklar içeren çeşitli biçimleri bu kümelenme içinde yer aldı. Böylelikle ana üretim tesisi ölçek olarak genişleme ve büyümesini sürdürürken, onu oluşturan emek alt yapısı ise birbirinden kopuk ve çok parçalı hale getirildi. Bu küçük ölçekli yeni manifaktür, gerçekte yerel bazda olduğu kadar, ulusal ve hatta uluslar arası düzeye taşındı.

Küreselleşme sonrasında çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması, işgücünün bileşiminin çeşitlenmesinde bir başka etkili unsur oldu. Birden fazla ülkede faaliyet gösteren şirketler, ikame ürünler aracılığı ile çok kapsamlı esneklik olanağına kavuştular. Sadece ülkeler arası ürün ikamesi ile işgücünün bileşimine uluslararası bir başka boyut katılmış oldu.

İşgücü bileşiminde yaşanan bu çok yönlü değişiklikler sonucunda sendikaların örgütlenmesi büyük güçlüklerle karşı karşıya bulunuyor. Sendikaların çok geniş bir alana yayılan, çeşitlilik kazanan ve aynı fabrika bünyesinde çok farklı büyüklük ve konumdaki işgücünü bir araya getirip örgütlemesi giderek imkânsızlaşıyor. Özellikle sermayenin uluslararası hareketliliğinin olmadık boyutlara ulaşması da sendikal örgütlenme zemininin tam anlamıyla kaypak hale gelmesine yol açıyor.

Sermayenin saldırganlaşması
Yakın zamana kadar sendikalar, ülke içinden ve dışından kaynaklı komünizm tehdidi nedeniyle İngiltere ve ABD'de “emek uzlaşması” ve Avrupa’da korporatizm çerçevesinde sermayenin işçi sınıfına verdiği tavizden enine boyuna yararlanmaktaydı. Bu durum öteden beri söylendiği gibi, sendikaları bir bakıma kapitalist sisteme özgü kurumlar haline getirmişti.

Ama şimdi durum değişmiştir. Artık sermaye belki de işçi sınıfına karşı “kesin” bir saldırıya geçmek, onun elindeki tüm ekonomik ve siyasi örgütlenme imkânlarını yok etmek ve tam olarak sermayenin kulu ve kölesi haline getirmek için hiç ummadığı fırsatı eline geçirmiş olduğunu düşünüyor.

Sermaye artık sendikaları işçi sınıfından algıladığı tehdit nedeniyle onunla vardığı uzlaşı için kullandığı bir araç gibi değil, ama işçilik maliyetlerinin düşürülmesinde ciddi bir engel olarak görüyor. Şimdi sermayenin aşınmasını önleyerek kar oranlarının yeniden kabul edilebilir düzeye getirilmesi için onunla yaptığı bu uzlaşıya son verme peşinde.

Dahası, sendikaları işçi sınıfının siyasi örgütlenmesi için bir basamak olarak kullanmasına artık göz yummak istemiyor.

Kapitalist sistem, komünizmin zayıflamasını fırsat bilerek altından kalkamadığı Keynes’çi uzlaşma siyasetini terk ediyor. ABD ve Avrupa’da savaş sonrasında uygulanan uzlaşma veya korporatizm uygulamalarından vazgeçildi. Kısaca, sendikalarla sürdürülen barış ortamı yerini tam bir karşıtlığa bıraktı.

Sermayenin böylesi “kesin" saldırıya geçmesi için kendine göre yeterli nedenleri var. Yeni bir bunalım dalgası ile karşı karşıya bulunuyor bu dalganın bu sefer “o beklenen buhran” olduğundan söz ediliyor. Sermaye sıkışan ekonomik süreç içinde çıkış yolu için gerekli kar oranlarını ancak ücretlilere uygulayacağı tam bir sömürü ile elde edebileceğini düşünüyor.

Üstelik sermaye alınan onca önlemlere rağmen işçi sınıfının hala kendisi için tehdit oluşturduğunu görüyor. Gerçekten de işçi sınıfında küreselleşme sürecine karşı kimi zaman kitlesel niteliklere varan hareketlenmeler gözleniyor. 1990'lı yıllardan sonra sınıf eylemlerinde böyle bir hareketlilik yaşandı. Fransa, ABD ve Kanada gibi zengin kapitalist ülkelerdeki kitlesel eylemler yanı sıra, Arjantin, Meksika, Brezilya ve G. Afrika gibi ülkelerde emekçi ve yoksul kesimin hareketliliği için yeni bir tehdidin hala daha varit olduğunu gösteriyordu.

Sınıf hareketine darbe için uygun ortamı yaratmak amacıyla tezgâhlanan 11 Eylül saldırıları, işçi sınıfına tam bir terör uygulamak için gerekli bahaneyi sağlayacaktı. Bundan sonra ABD ve İngiltere’de birbiri ardı sıra getirilen anti-terör yasaları, gerçekte işçi sınıfının olası ekonomik ve siyasi hareketliliğini polis ve asker gücü ile bastırmak amacını taşıyor. Bütün kapitalist devletlerinin imrendiği bu yasalar ABD ve İngiltere’yi sermayeyi baskı yöntemleriyle işçi sınıfına karşı savunmak üzere militarist ve polis devleti haline dönüştürmekte gecikmedi.

İşçi sınıfına saldırılar
Uluslararası sermayenin önerileri doğrultusunda sermaye, Türkiye’de de çalışma hayatını yeniden düzenleme bahanesi ile kolları sıvadı. Sözüm ona Avrupa’ya özgü demokrasisi kılıfı altında, işçi sınıfının en küçük bir eylemliliğinde karşısına dikilmek üzere ülkeyi tam bir polis devletine dönüştürecek bütün kurumsal düzenlemeleri tek tek yürürlüğe sokuluyor.

Kolluk kuvvetlerine verilen bir dizi yetkiler ile polis yetki ve salahiyetleri, İngiltere ve ABD’de olduğu gibi, özellikle terörist eylemlerde sınırsız denebilecek düzeye çıkartıldı. Terörist faaliyet tanımı içine bir siyasi, ideolojik veya fiili saldırı ile bağlantılı her türlü eylem sokuluyor. Kısaca, sermayeye karşı en sıradan eylem bile terörist saldırı olarak gösterilecek.

Hak gaspları Anayasa hükmü kapsamında kalıcı hale getiriliyor. Bu bağlamda sermayenin zorla çalıştırmayı (Angarya) engelleyen hükmü anayasadan çıkartılıyor. Taşeron ve kapsam dışı (sözleşmeli çalışanlar) vs. için grev yasağı getiriliyor ve asgari ücret anayasal hak olmaktan çıkartılıyor.

Soysal güvenlik yasasında getirilen yeniliklerle sermaye, kıdem tazminatının kaldırılması yanı sıra, kazanılmış hak niteliğinde olan sağlık ve emeklilikle ilgili bütün sosyal güvenceleri kaldırıyor ve paralı hale getiriyor. Böylelikle sosyal güvenlik olgusu tarihe karışmış oluyor.

Platform ve siyaset
İçinde bulunduğumuz sürece ilişkin tarihi koşullar ve bunun sermayeyi saldırganlaştırmasına neden olması, bunun için en başta enine boyuna düşünülmüş bir organizasyon çerçevesinde işgücü bileşiminin değiştirilmesi ve işçi sınıfına doğrudan saldırıya geçilmesi artık işçi sınıfı öncülerini yepyeni bir tutum olmasını zorunlu kılmaktadır. Sendikal güçbirliği platformunun gerişimi bu koşullar altında henüz Türk-is delegelerini etkileyememiş ve onun yönetiminde bir gedik açamamış olsa bile, işçiler arasında yaptığı çalışmalar ve bu girişimi sonuna kadar getirmesi büyük bir adım olmuştur. Ama bu adımın yetmeyeceği anlaşılmaktadır.

Sendikal güçbirliği platformunun Türk-iş yönetimi içinde bir gedik açması bugün böyle bir birlik çatısı altında mümkün görünmemektedir. Gerçekte de buna gerek de yoktur. Esas itibarı ile sendikalar, somut koşulların somut yansımaları niteliğindeki kuruluşlardır ve onlar da bugün ekonomik örgütlülük düzeyinin yerlerde sürünmesinin farkındadırlar ve bu duruma bizzat kendi taraftarları olan işçilerin de daha fazla göz yummayacaklarını bilmektedirler.

Ama bu o kadar da kolay değildir ve bunun için bugün Türk-iş yöneticilerinin de belki korku ile veya belki de samimiyetle oluşmasını bekledikleri siyasi harekette bir canlılık olması gerekir.

Türkiye’de sendika hareketinin gerçekte bilinen ama bizim gözlerimizi bir kez daha açmamıza vesile olan gerçeği görmek gerekir; bugün gelinen kısır döngünün kırılması ve sendikal tıkanmanın aşılması için işçi sınıfının siyasi mücadelesinin örgütlenmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir.

Güç birliği platformu temsilcileri, buna sık sık değiniyor ve Türk-İş yönetimine sadece işçilerin sendikal mücadeleleri için değil, ama tüm ülkede yoksulların gece yatağa aç girmemeleri için, erkek egemen toplumda nefes alamayan kadınlar için, kayıt dışı en kötü koşullar altında çalıştırılan işçiler için geleceklerini söylüyorlar.

Ama bunu söylemek yetmez. İnandırıcı olmak için en azından böyle bir çalışma için gerekli örgütlenmeyi yapmak zorundalar.

Bunun için, daha önceki sendikal hareketin çıkış noktasını oluşturan biçimde, bir siyasi parti oluşumu üzerinde durmaları ve var gücü ile bunu desteklemeleri gerekmektedir.

Bugün işçi sınıfının kısa ve uzun vadeli çıkarlarını gözetecek siyasi çalışmayı üstlenecek bir siyasi yapılanma yoktur.

Daha önceki deneyimler, siyasi mücadelenin örgütlenmesinin çok çetin olduğunu göstermektedir. Bunun en büyük nedeni, siyasi mücadelenin yürütülmesine destek verecek, ona katkı yapacak ve bu uğurda varını yoğunu ortaya koyacak insanların bulunması, geleceğini işçi sınıfının kurtuluşuna bağlayacak geniş kesimlerin desteğinin sağlanması değildir.

Asıl güçlük, böyle bir girişim durumda sermayenin dört bir yandan çok yoğun bir saldırıya geçecek olmasıdır.

Yine önceki dönemde edinilen deneyimler, böyle bir saldırının çok yönlü ve amansız olacağını açıklıkla ortaya koymuştur. Ama bütün bu güçlüklere rağmen, güç birliğinin artık platform, vs. gibi kaydedeceği ilerlemelerin sınırlı ölçüde kalacağı yapılanmalar ile sınırlı kalmaması gerekmektedir.(v)
__________
i - "Türk-İş'in Kararları",  Dr. Engin Ünsal - Cumhuriyet, 19 Aralık 2011

ii - Y. Küçük, Cumhuriyet Üzerine Tezler, Cilt II., s. 553.

iii - Aynı yerde.

iv - Haber-İş sendikasının Telekom işvereni Oger’in temsilciliğini yaptığı Suudi sermayesi ile sürdürdüğü 7. dönem toplu sözleşme görüşmeleri işverenin sendikasızlaşma taleplerini görüşme masasına getirmesi ile dikkatleri çekmişti.

v-  Türk sendikal hareketinin efsane niteliğindeki örgütlenmesi kadar siyasi mücadele tarihi de çok zengin deneylerle doludur. Sermaye bir zamanlar yandaşı olduğu kesimleri örgütleyerek işçi sınıfın partisine saldırtırken, diğer taraftan da DİSK içinde siyasi birimler oluşturma aracılığı ile ona bir siyasi parti misyonu verme entrikasına başvurmuş ve bunda çok da başarılı olmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder