8 Temmuz 2012 Pazar

Çoğulcu Demokraside Azınlık Diktası

Bu filmi daha önce görmüştük. Bundan 58 yıl önce serbest piyasa ekonomisine dayanan ve her mahallede bir milyoner yaratma iddiasında olan serbest piyasacı liberalizm esasında kurulan DP, 1950 genel seçimlerinde oyların yüzde 52’sini alarak iktidara gelmişti. Şimdi olduğu gibi, halkın özgür iradesini öne çıkartma iddiası ile “söz milletindir” sloganını şiar edinen parti, iktidarının son yıllarında, muhalefet ile girdiği şiddetli kavgalar sonrasında basına sansür getiriliyor, muhalif yazarlar bugün olduğu gibi tutuklanıyordu. İktidarının son günlerine doğru liberal DP iktidarı işi daha da ileri götürdü. Basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile gazete kapatmaktan, muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip tahkikat komisyonu kuruldu.
Menderes dönemi geride kaldı. O dönemde bugün olduğu gibi muhalefetteki CHP’nin lideri mecliste yaptığı konuşmada, bunun baskı rejimi yoluna gitmek olduğunu belirtti ve bu gidişle iktidarın çıkmaz bir yol içine girdiğini ve sonunun karanlık olduğunu söyledi. AKP henüz iktidarda ve söylenenlere bakılırsa iktidarını daha da güçlendiriyor. Hatta söylenenlere inanılacak olursa, AKP öylesine güçleniyor ki, taktik olarak giderek güçlendiğini bizzat kendisi gizleme gereği duyuyor.
Dünden bu güne gözlenen tek farklılık, günümüzün başkakanı Erdoğan’ın Menderes gibi altığı yüksek oylara bakım hayallere kapılmaması ve işi daha en baştan sıkı tutması. Menderes, zaman içinde sıkıntıya düştükçe zora başvurmuş ve iktidarının son günlerine doğru demokrasi adına göstermelik ne varsa rafa kaldırmıştı. Ama onun şimdiki tilmizleri iktidara gelir gelmez her türlü önlem paketini de beraberinde getirdiler ve gücü yettiği ölçüde uygulamaya soktular. Adım adım sıkılaştırdıkları baskı rejimi ile toplumda kendilerine muhalif olan kesimler yanı sıra, toplumun bütününde kendilerini bir şekilde yönetime muhalif ve aykırı görüş sahibi olarak görenler arasında telefon dinlemeler, yakın takip, teknik takip, en son tekniklerle donatılmış görüntülü izleme, video kasetleri, görsel ve yazılı medyada yürütülen yıldırma kampanyaları; yanı sıra sorgusuz süalsiz göz altına almalar, yoğun bir sorgulama ve göz altına alma faaliyetleri, çok kapsamlı ve yaygın yargısız infaz kampanyaları sürdürdüler.
Kuşkusuz, bütün bu faaliyetler, kendinden önce sözde demokrasi olarak tanımlanan burjuva toplum düzeninin içinde yer alan demokrasi ile yakından uzaktan ilgisi olmayan uygulamalar sayesinde olmuştu. AKP iktidarı, bütün bu hukuksuzlukları gerçekleştirirken, yürürlükte olan demokrasi işleyişinde çok fazla müdahaleye gerek duymadı. Zaten şeriat özlemi, cumhuriyetin içinde uzun vadeli olarak süregelmekteydi ve AKP iktidarı, çok çeşitli aşamalarda kendi dikta rejimlerini oluşturmak için gerekli kadrolarını yetiştirmişler ve devletin en hakim mevkilerine gelebilmişlerdi. İktidara gelir gelmez devletin tüm kurumlarına en yetkili mercilere adamlarını yerleştirdiler. Sadece devlet kurumları değil, ama başta üniversiteler olmak üzere, özerk yapıda olan kurumlarda da gerekli mesleki kariyer, deneyim ve yönetici vasıf gerekliliği göz ardı edilerek yapılan atamalar ile tüm yönetim kademelerinde şimdiye kadar görülmemiş bir parizanlık örneği sergilendi.
Menderes iktidarında herşey bir anda olup bitmedi. Kötüye gidiş epey önce ortaya çıktı. İkinci iktidar döneminde hükümet toplantı ve gösteri haklarını kısıtlıyor, kolluk kuvvetlerine “hedef göstermeksizin ateş” yetkisi veriyordu. Bundan sonra mecliste sahip olduğu ezici çoğunluğa güvenen Menderes bir bir faşist uygulamalara özgü kararları almaya başladı. Ama bunların hiçbiri işeş yaramıyordu. Artık ekonomi batağa girmişti. Son bir hamle ile mecliste muhalefete karşı tahkikat komisyonu kurdurdu. O günlerin havası ile bugün AKP’nin yarattığı Ergenekon komplosu ile benzerlik şaşırtıcıdır. Menderes, meclis içinde ve dışında yükselen muhalefeti susturmak için kurduğu tahkikat komisyonunda gerekçe, muhalefetin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı olarak gösterilmişti.
Bugün de benzer bir durum yaşanıyor. Düpedüz şeriatçı düzeni "özgürlük" olarak satmaya çalışan ve bunu radikal eğilimli olanlara varana kadar geniş bir kesimde “aydın” desteğini almayı beceren AKP, aynı ikilemi mitolojik efsanelere dayandırarak adlandırdığı "gizli darbe örgütü” için “demokrasi" sözde mücadelesi ile sergiliyor. Amaç, muhalefeti susturmak falan değil. Ama halkın gözünü boyamak. Vaatlerini yerine getiremeyip halkın durumu daha da kötüleşirken, “benden sonra tufan” propagandası yapıyor.
AKP’nin akıl hocalarının Türkiye gerçeğini yakından bildiği ve belli ki, bir çok ülükede benzer deneyimlerden edindikleri uzmanlıkları ile çok iyi “yıldırma ve sindirme” planları yapabildikleri anlaşılıyor. AKP iktidarının ilk günlerinde yargıdan şikayet ediyor. İlk iş yargının sindirilmesi olduğu anlaşılıyor. Laik hukuk sisteminin öngörüsü doğrultusunda oluşturulmuş yargı, kuvvetler ayrılığı ilkesi esası uyarınsa sistemin üç eş görev ve yetkilerine sahip erklerinden biri kabul ediliyor. Ama bu AKP için çok rahatsız edici bir durum oluşturuyor.
Mayıs 2006 tarihinde yargının en üst denetleme ve karar organı Danıştay’a bir meczup tarafından saldırı düzenleniyor.  Şimdi  muhalefeti susturmak için tahkikat komisyonu kuran Menderes hükümetini  gibi, bizzat ana muhalefet partisi başkanının da içinde yer aldığı ileri sürülen “Ergenekon darbe örgütü” tezgahı kuruluyor. Bunun üzerine toplumda yaşanan şaşkınlık nedeniyle bu sefer NATO gizli örgütleri tarafından oluşturulan Gladio bağlantılı derin devlet olgusu Ergenekon ile ilişkilendiriliyor. Buna bir de  Danıştay saldırısı ekleniyor ve böylelikle Ergenekon örgütünün “gerçek yüzü” için istenen makyaj tamamlanmış olduğu gibi, yargıya el uzatan ve Danıştay saldırısının sır perdesi bir daha aralanmayacak biçimde kapatılıyor. 
Menderes iktidarında olduğu gibi, ömrünü doldurmuş ve tarihsel temelerini yitirmiş bir oluşum için makus talihin geri döndürümesinin mümkün olmadığı gibi, AKP için de bundan sonrasının artık umutsuz olduğu anlaşılıyor. Ergenekon tezgahının artık dikiş tutmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Akıl sağlığı kuşkulu gizli yada açık tanık ifadelerine dayalı olmak dışında hiçbir kanıt getirilmeyen, kanıt diye getirilen belgelerin tümüyle düzmece ve olay tarihinden çok sonra “üretilmiş” olduğunun ortaya çıkması ve göz altındakilerin artık ila nihayet yargısız infaza tabi tutulmalarının mümkün olmadığının iyice ortaya çıkması ile iktidarın temelleri giderek sallanıyor. Yargısız infaza alet olanlar bile artık vicdan azabına dayanamaz hale geliyorlar.
Menderes ve AKP iktidarı arasındaki benzerlikler, gerilimin son ana kadar tırmandığı siyaset sahnesi ile sınırlı kalmıyor. Bugün de dün olduğu gibi, Türkiye’nin aynı uluslar arası sermaye ve onun işbirlikçileri tarafından "içeri atılmış" durumu söz konusu. Bu durum ekonomideki vahim tablo ile kendini gösteriyor. Bugün içine düşülen cari işlemler açığının ve artık sermaye girişinin değil, ülke dışına kaçışı gündemde. Ekonomi tümüyle ithalata bağımlı hale getirildi. İthalatın ihracat gelirleri ile karşılanamayan kısmı için döviz gerek. Bu, cari açık olarak tanımlanıyor. Bu yılın başına kadar sıcak para girişi, bu açığı karşılıyordu. Ama şimdi Menderes hükümetinin düştüğü duruma düşüldü. Onun dış borçlara dayalı kalkınma anlayışı, kısa bir süre sonra tıkanmış, döviz bulamayan Menderes'in sonu hazin olmuştu.
Menderes hükümeti, ağırlıklı olarak tarım ve ticaret burjuvazisini temsil ediyordu. Bir taraftan ülkede modernleşme hamlesine yönelik altyapı yatırımları yaparken, aynı zamanda tarım ürünlerinde dış kredilerle finanse edilen yüksek taban fiyat uygulaması ile tarım burjuvazisi besleniyor, ülke kaynakları, alınan dış borçlar, vs. tümü tarım burjuvazisine peşkeş çekiliyordu.
1958’e gelindiğinde ise bunalım patlak verdi. O yıl içinde tedavüldeki para dörtte bir artarken, fiyat artışları hiç alışılmamış bir biçimde yüzde 39’lara çıktı. Memur reel maaş endeksi, 1939 temel alındığında, 1959’da yarı yarıya düştü. Ama tarım ürünlerini destekleme, yani ülke kaynaklarını tarım burjuvazisine peşkeş çekme herşeye rağmen sürdürüldü. Bütçe açığı arttı; arttıkça da fiyat artışları körüklendi. Çare için dış kredi arayışına gidildi. Ama durum değişmişti ve Menderes’ten istikrar programı uygulanması ve tarım desteği ile merkez bankası kaynaklarının tarım burjuvazisinin emrine amade edilmesinin önüne geçilmesi istendi.
Menderes’in bunu yapması mümkün değildi. Meclisin çoğunluğu tarım burjuvazisinin temsilcileriydiler. Böyle bir girişimi engellerlerdi. Öte yandan toplumda huzursuzluk giderek artmaktaydı. Muhalefet sesini yükseltiyordu. Gerginlik arttıkça artmaktaydı. Artık Menderes iktidarı tepe taklak çöküşe doğru gitmekteydi.
Bu yaşanan ülke dışı etmenlerden deriden etkilenmekteydi. 1950’li yıllar ile birlikte, dünya kapitalist sistemi hızlı bir ekonomik büyüme dönemine girmişti. 2. dünya savaşı sonrasında neredeyse tüm dünya çapında başlatılan yeniden inşa süreci kapitalizmi adeta coşturmuştu. İktidarının ilk yarısında uluslar arası ekonomik koşulların sağladığı avantajlardan sonuna kadar yararlanan DP, hızlı bir ekonomik gelişme kaydetmişti. ABD’den alınan krediler ile kapitalist pazarın genişlemesine ve yaygınlaşmasını sağlayacak yollar, limanlar ve altyapı yatırımları yapıldı. Bu aynı zamanda ekonomiyi canlandırdı. Ekonomide hızlı bir büyüme yaşandı. Yüzde 52 oy oranı ile iktidarı CHP’den devralan Menderes iktidarı, bir sonraki seçimlerinde oylarını yüzde 57’ye yükseltti.
Yönetimlerin bir bunalımın ardından yaşanan canlılık sonrası sağlanan olumlu koşullardan azami düzeyde yararlanmak üzere tam bir liberal anlayış izlenmesi tüm toplumda aşırı iyimserliğe yol açar. Buna akıllı başlı olması gereken kimi “aydın” kesimler de katılır. Sözde aykırı tutumları bir yana bırakıp bu anlayışın kuyruğuna takıldıkları görülür. Dün olduğu gibi, bugün de 2001 bunalımının ardından iktidara gelen AKP, böyle bir avantaja sahip oldu. Türkiye’de ekonominin IMF marifeti ile dibe vurmuş olmasından yararlanarak iktidarının ilk döneminde ekonominin toparlanmasını sağladı. Ama bu iyileşmenin ancak belli bir kesim için geçerli olduğu kısa sürede ortaya çıktı. İktidarının ikinci döneminde, tıpkı daha önce de olduğu gibi, oylarını ciddi ölçüde artırmayı başardı, başarmasına. Ama hemen ardından olmadık engellerle karşılaştı.
Ama her iki dönemde de liberal iktidarların makûs talihleri gibi bir kez daha benzer kaderi paylaşıyor. Liberal anlayış, acımasız yüzünü gizlemek için yaygın biçimde dinsel bağnazlığı kullanır. Menderes iktidarının çöküşü onun iktidarının ikinci döneminin başlarında kendini göstermekte gecikmemişti. Nitekim bu 1957 seçimlerine yansımış ve oy yüzdesinde 9 puan kayıp yaşanmıştı. DP iktidarı CHP’yi ensesinde hissetmekteydi. Bu durum onu öfkelendirmişti. Arada sadece birkaç puan fark kalmıştı ve kapanacak gibi görünüyordu. Bunun üzerine Menderes hükümeti harekete geçti. Laisizm, “demokratik” biçimde algılanmaya başlandı. Türkçe ezan okuma zorunluluğu kaldırıldı. Vatan Cephesi oluşturularak ülke bugün olduğu gibi kamplara bölündü.
DP iktidarının sonunu hazırlayanı etmenler arasında, ülkeyi cephelere ayırarak ikiye bölmesi olduğu söylenir. Ancak böyle bir gelişme, ancak bardağı taşıran son bir damla olabilir; oysa bunun bir süreç olduğunu, DP iktidarı çöküşünün hesapsız gidişin geri dönülemez hale gelmeye başladığı ikinci dönem itibarı ile başlayan uzun bir dönemi kapsamaktadır. Süreç başladığında da, geriye dönüş mümkün olmamıştır.
Bugün AKP iktidarının çıkmaz noktası da budur. Liberal ekonomi anlayışı, geri dönülemez bir süreç olarak sürüp gider. Onu engellemeye kalkışmak, istikrara dönüş yapmak, DP iktidarında olduğu gibi mümkün olmaz. Böyle bir istikrar programı, gidişi daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Ancak tam bir çöküş gerekir. Gemi azıya almış liberal anlayışın başka türlü kendini toparlaması mümkün olmaz.
DP iktidarı, Menderes ve yandaşlarını ipe götürmüştü. Bu kadarı talihsiz bir gelişmedir. Ancak bugün AKP iktidarı için de benzer yorumlar yapılmaktadır. Gerçekten de, partinin kapatılması bu dönemin sonunu getirmez. Partinin kapatılması kaçınılmaz görünmektedir. Ama geri dönüşün tam olabilmesi için çöküşün parti kapatmak ile sınırlı kalmayacağı düşünülmelidir. Şimdi yüce mahkemenin hukuk sınırlarını zorlayarak “odak” olan bir partiye geçit vermesi ile AKP serüvenin bitişi değil, belki de başlangıcı kabul edilmelidir.
Benzerlik arayışları içinde, ülkenin iç dinamikleri kadar, dış dinamiklerinin de benzer bir süreç içinde seyretmiş olduğundan söz etmek gerekiyor. DP dönemine ilişkin yukarıda özetlenen dış etmenler, AKP iktidarları için de söz konusudur. Yaşanan liberal ekonomik süreç yanı sıra, bu sürecin siyasi arenada yol açtığı sonuçlar açısından da her iki dönem kıyaslamaya değer görünmektedir.
DP iktidarı sürecinde, savaştan galip çıkan Sovyetler hızla toparlanmış ve sosyalizm artık bir dünya sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum ABD’de, komünizmin yayılma olasılığı nedeniyle büyük bir paniğe yol açar. Avrupa, boydan boya komünist partilerin iktidar alternatifi haline gelmişken bu sefer Yunanistan’da komünist partizanlar, İngiltere’nin kukla hükümetine karşı iç savaş ilan ederler. Bunun üzerine 1947 yılında Truman doktrini açıklanır: komünizm tehlikesi olan ülkelere mali ve askeri yardım yapılacaktır. Amaç sosyalist sistemin güneye doğru yayılmasının önüne geçmektir.
Bu nedenle ABD, dünya çapında anti-komünizmi tırmandırmak için büyük bir hamleye girişir. Başkan Truman, 1950 yılında hidrojen bombasının imalatına onay verir ve aynı yılın Haziran ayında ABD donanması Kore'ye çıkartma yapar. 1953 yılında Rosenbergler elektrikli sandalyede itam edilir. Senatör J. MacCarthy, ülkede komünistlere karşı cadı avı başlatılır.
Türkiye sosyalist ülkelerin sistem çevresinde demirperde oluşturan emperyalist sistemin kırılma hattı üzerinde yer almaktadır. Genç cumhuriyet yönetimi, kendilerine her türlü desteği sağlayan Sovyetlere karşı sıcak duygularını muhafaza etmektedir. Özellikle cumhuriyetin ilk döneminde serbest piyasa ekonomisi deneyimin başarısızlığından sonra, iki taraf arasında yakınlaşma daha da artmış, bu kendin ekonomik ilişkilerde de göstermiştir. Sovyetler Birliği, her meclis açılış töreninde cumhurbaşkanı açılış konuşmasında atıf yapılan ilk ülkedir.
Menderes hükümeti öncülüğünde toprak ağalarının gerici iktidarı, bu süreci tersine çevrilir. Komünizm ile mücadele için kurulan NATO’ya Türkiye 1952 yılında üye yapılır. O zamana kadar Sovyet silahlarını kullanan Türk ordusu, 2. dünya savaşının eskimiş ve elde kalmış silahları ile donatılır. Marshall Planı’dan gelen katkılar ile Erdemir ve ODTÜ kurulur. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu tümüyle çözümlenir. Menderes ve Karamanlis, Ankara’da bir araya geldiğinde, iki ülke arasında kalan tek sorun, balıkçıların avlanması ile ilgilidir. Çünkü hava sahası, kıta sahanlığı, karasularına ilişkin iki ülke arasında tüm çelişkiler giderilmiştir. 1959 Londra Anlaşması, Türkiye’ye Kıbrıs’ta garantörlük hakkı vermektedir. Taraflar, böyle bir teminat çerçevesinde karşılıklı imtiyazlarının farkındadırlar. Türkiye, başarılı biçimde emperyalist sisteme monte edilmiştir. Artık Menderes, ABD’nin onayını alarak AET’ye ortaklık için başvuracaktır.
Bütün bu anlatılanlar, günümüz Türkiye’si için çok açıklayıcı olmaktadır. Günümüzde yaşananlar, bir önceki dönemde olduğu gibi emperyalizmin bölge içindeki çıkarları ile biçimlendirildiğini açıklıkla ortaya koymktadır: AKP’nin serüveni, ABD’ye giderek bölge içinde yürütülecek entrikaların sorumlusu olarak atanması ile başlamıştır. Şimdi bu görevin ilk aşaması bölgenin batısında NATO müttefikleri ile işbirliği halinde Libya’nın kana boğulması ile tamamlanmış görünüyor. Şimdi ise ikinci sırada doğu yöresinde Suriye’nin halledilmesine gelmiştir.
Mümtaz kuruculardan oluşan heyetlerin ABD çıkartmasının ardından kurulan AKP hükümeti, Türkiye’ye Batı ile ilişkilerinde bir bahar dönemi yaşatır. Avrupa ile bütünleşme süreci hızlandırılır. Uyum çalışmalarına hız verilir. Amaç, Türkiye’yi bu sefer yeni-liberalizm sürecine katmaktır. IMF, ekonominin idaresini tümüyle ele alır.
Türkiye, öncekinden farklı nitelikte tam bir emperyalist kuşatma altına alınmıştır. ABD ile yakın müttefik ilişkisinden söz edilirken, Türk askerinin başına çuval geçirilir. Türkiye’nin AB üyeliği, Menderes döneminde olduğundan çok daha geri konumdadır ve adeta bu defter kapanmış gibidir. ABD ve AB Türkiye’ye değil el uzatmak, onu bölmek ve parçalama gayretleri içine girmiştir. Yunanistan ile başta Eğe ve Kıbrıs olmak üzere her konuda iki ülke sürtüşme ve kavga içindedir. Kıbrıs’ın kopma süreci son noktaya getirilmiştir. AKP lideri, dünyaya bu süreci onadığını göstermek için Kıbrıs’ı ziyaret etmektedir. Türkiye, Ermenistan gibi birkaç milyonluk bir ülke karşısında “madara” edilmektedir. Batılı parlamentolarda yüz yıla yakın öncesindeki bir olay nedeniyle "soykırım suçu" işlediği tescil edilmektedir. Kürt ayrılıkçıları AB ve ABD himayesinde Türkiye’nin bölünmesi için var gücü ile çaba göstermektedir.
Menderes döneminden farklı gibi görünse de, emperyalizmin Türkiye ile olan ilişkileri dün olduğu gibi, bugün de tümüyle tek yanlı yarar ilişkisi biçiminde yürütülüyor. Menderes döneminde Türkiye’nin belki de tek kadim dostu olan Sovyetlerden uzaklaştırılırken ne amaçlandı ise, bugün tüm komşuları ile kavgalı hale sokulması ve giderek parçalanmak üzere olan Türkiye üzerine oynanan oyunlar da özünde aynı amacı taşıyor. Suriye ile sıcak ilişkiler bu gerçeği değil gölgelemek, tam tersine pekiştiriyor. Suriye’nin başarılı bir Y. Arafat rolü oynaması için Türkiye ile yakınlaşması gerekiyor.
Menderes döneminde Türkiye’yi Sovyetlerden koparmak için sadece ekonomik yardımlar ile yetinilmemişti. ABD’nin ülkesinde ve dünya çapında başlattığı antikomünizm de aynen Türkiye’ye yansıtılacaktı. Komünizmle Mücadele Derneği DP iktidarı tarafından kuruldu. İlk şubesinin, o dönemde işçi sınıfının tek adresi olan Zonguldak’ta faaliyete geçmesi anlamlıdır. Amaç vatana ve Allah’a bağlılığı kökleştirmek için komünizme karşı fikir yolu ile mücadeledir; ama bu fikirlerini her zaman kaba kuvvet, şiddet ve faili meçhul cinayetler olarak tecelli ettiği bilinmektedir.
DP iktidarı döneminde uluslar arası anti-komünizm, dünya sosyalist sisteminin yükselişi ve bunun giderek Avrupa ve dünyada egemen ideoloji haline dönüştürülmesine karşı başlatılmış bir hareketti. Komünizme karşı ideolojik mücadelenin bir ölçüde başarıldığı düşünüldüğü günümüzde ağırlık, bu ideolojiye kaynaklık eden ve onu beslediği düşünülen işçi sınıfına yöneltilmiştir. İşçi sınıfı hareketinin belli bir olgunluğa ulaştığı günümüzde ise AKP iktidarı zaten işe işçi sınıfına topyekün ve en ayrıntılarına kadar özenle hazırlanmış bir saldırı ile başlar işe. Artık değil işçi sınıfının siyasi örgütlenmesi, bir taraftan kayıt dışı istihdam, diğr taraftan taşeron sistemi, esnek çalışma sistemi, yeni iş yasaları, sendikal örgütlenme yasaları, vs. gibi uygulamalarla işçileri bir araya gelmek ve örgütlü siyasi mücadeleden alıkoymak için düşünülmüş bir çalışma sistemi geliştirerek onun siyasi örgütlenmesini adeta imkansız hahle getirmiştir. Son aşamada kıdem tazminatının da kaldırılması ile kazanılmış hakların tümü yok edilmiş olacaktır. Yapılan bütün bu işçi düşmanı düzenlemeler ile işçiler adeta yasal şiddete maruz bırakılmıştır. 
Yasal şiddet, işçi sınıfının kazanılmış haklarının gasp edilmesi yanı sıra, devlet terörünün yasama sistemine “terörizmi önleme yasaları” kisvesi altında sokularak gerçekleştirilmektedir. 11 Eylül saldırılarını fırsat bilen burjuvazi, bundan sonra kendini savunma adına her türlü yasal meşruiyete sahip olduğunu ileri sürmektedir. Bundan cüret alarak işçi sınıfının kazanılmış haklarını gaspetmekte beis görmemekte ve buna baş kaldırmaya yeltenen işçi sınıfının anasından emdiği sütü burnundan getirmektedir. Dünün anti-komünizmi, bugünün faşist anti-terör anlayışına dönüşmüştür.
Dün Menderes’in milletvekillerine “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz“ derken sergilediği çok tehlikeli ve vahim sonuçlara gebe anlayış, bugün de AKP yönetiminin lideri ve yandaşları tarafından da dile getiriliyor. Ne var ki, bugün iktidar ve yandaşlarının başta muhalefet olmak üzere, içi ve dışı muhalif kesimleri küçümseyen ve kendilerini alternatifi olmayan yönetim biçimi olarak değerlendirmeleri Menderes’in hazin sonunu engellemeye yetmemişti.
Dönemin ABD ve Sovyetler Birliği gibi iki süper gücü arasında mücadelenin tırmandığı bir dönemden yararlanarak kendini ateşe atıp ABD’den aldığı destek ve yardım sayesinde bir atılım yapan Menderes istidarı, sık sık ekonomiyi öne çıkartan söylemlere başvurmakta, büyüme, istihdam ve refah sağladığı ölçüde iktidarın her uygulamasının "demokratik” öze sahip olduğu üzerinde duruyordu. Kitlelere yönelik göz boyama bununla da kalmıyordu. Önceki dönemi elitler ve  askerlerin sultası altında olmakla suçluyor, DP iktidarının ise özgürlüğü getirdiği söyleniyordu. Artık köylüye “çiftçi" oldu, ameleyi “işçi”, teba ise “vatandaş” olmuştu. Demokrat parti köylüyü kente ezdirmeyecekti, baskıcı devlet kalkacak, milli ticaret milli sanayi doğacak, tarım reformu, barajlar ve enerji-ulaşım altyapı tesisleri kurulacaktı.
Ama Menderes toprak burjuvazisinin temsilcisiydi. ABD ve onun direktifi altında finans kurumlarından aldığı kaynakları sanayi altyapısını oluşturma yerine doğrudan bunların ceplerine aktarıyordu. Daha 1958’e gelindiğinde ekonomi dış borç batağında yüzüyordu. Bu yılın Ağustos ayında yapılan devalüasyon ile paranın değeri üç misli azaldı.
Benzer afaki değerlendirmeler, AKP için de yapılmakta, liberal ekonominin sağlıklı bir biçimde işlediği, yeni iş olanakları ile işsizliğin azaldığı, sivil ve asker bürokrasisinin vesayetinin kaldırıldığı, laisizmin getirdiği baskı rejinin kaldırıldığı, türbanın serbest bırakılması ile özgürlük getirildiği, ülkede tam bir demokratik bir sürecin başlatıldığı, vs. ileri sürülmektedir.
Oysa biraz daha yakından bakıldığında, DP ve AKP iktidarları döneminde elit kesimin egemenliğine son verildiği kuşkuludur. Yerine konan iktidar, bu sefer yeni-yetme burjuva elitizmini doğurmakta gecikmemiştir. Siyasette çevrenin merkeze yürüyüşü de tümüyle abartıdır. Bu siyaset katılımcı değil, ama "yardakçı" bir anlayış sonucudur. Köylü, esnaf ve işçi sınıfı için de bu tip liberal iktidarların açılım değil, ama yoksulluktan başka bir anlam ifade etmediği çok açıktır. İşçi sınıfı sendikal örgütlerinden yoksun bırakılmıştır. Ekonominin yarısı kayıt dışıdır; işçiler hiçbir sosyal haklara sahip olmaksızın, çok sağlıksız ve tehlikeli çalışma koşulları altında, asgari ücret ve hatta onun yarısı ücret ile çalıştırılmaktadır.
Ekonomide carri açık olağanüstü seviyeye çıkmıştır. Ülke dışından gelen paranın kaynağı bilinmemektedir. Şimdiye kadar AKP hükümeti öncesinde koalisyon hükümeti döneminde uygulamaya sokulan reforlar sayesinde belli ölçüde ayakta kalan ekonomi bundan sonrasında iyice belirsizliğe girmiştir. Dünya piyasalarında belirsizliğin artışı ile bu durum, Türk halkı için karanlık bir gelecek anlamına gelmektedir.
Türkiye ekonomisinin içine sokulduğu çıkmaz durum, onu emperyalist ülkelerin akıl almaz önerilerine boyun eğmeye itmektedir. NATO’nin Libya’yı talan etmesinin ardında, sırada Suriye hedef tahtasına konmuştur. Türkiye’nin böyle bir maceraya atılmış olması, onun için tam bir felaket anlamına gelecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de liberal iktidarlar dün emperyalizm, bugün ise küresel hegemonya doğrultusunda, onun programını harfiyen uygulamak zorunda bırakılıyor. DP’nin iktidar olduğu 1950’li yıllara özgü dış dinamikler, bugün olduğundan çok daha fazla ülke üzerinde etkili olmaktadır. Birbirine çok benzer yollardan giderek ve aynı kaderi paylaşarak.
                       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder