Bu filmi daha önce görmüştük. Bundan 58 yıl önce serbest
piyasa ekonomisine dayanan ve her mahallede bir milyoner yaratma iddiasında
olan serbest piyasacı liberalizm esasında kurulan DP, 1950 genel seçimlerinde
oyların yüzde 52’sini alarak iktidara gelmişti. Şimdi olduğu gibi, halkın özgür
iradesini öne çıkartma iddiası ile “söz milletindir” sloganını şiar edinen
parti, iktidarının son yıllarında, muhalefet ile girdiği şiddetli kavgalar
sonrasında basına sansür getiriliyor, muhalif yazarlar bugün olduğu gibi
tutuklanıyordu. İktidarının son günlerine doğru liberal DP iktidarı işi daha da
ileri götürdü. Basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile gazete kapatmaktan,
muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip tahkikat
komisyonu kuruldu.
Menderes dönemi geride kaldı. O dönemde bugün olduğu gibi
muhalefetteki CHP’nin lideri mecliste yaptığı konuşmada, bunun baskı rejimi
yoluna gitmek olduğunu belirtti ve bu gidişle iktidarın çıkmaz bir yol içine
girdiğini ve sonunun karanlık olduğunu söyledi. AKP henüz iktidarda ve
söylenenlere bakılırsa iktidarını daha da güçlendiriyor. Hatta söylenenlere
inanılacak olursa, AKP öylesine güçleniyor ki, taktik olarak giderek
güçlendiğini bizzat kendisi gizleme gereği duyuyor.
Dünden bu güne gözlenen tek farklılık, günümüzün başkakanı
Erdoğan’ın Menderes gibi altığı yüksek oylara bakım hayallere kapılmaması ve
işi daha en baştan sıkı tutması. Menderes, zaman içinde sıkıntıya düştükçe zora
başvurmuş ve iktidarının son günlerine doğru demokrasi adına göstermelik ne
varsa rafa kaldırmıştı. Ama onun şimdiki tilmizleri iktidara gelir gelmez her
türlü önlem paketini de beraberinde getirdiler ve gücü yettiği ölçüde
uygulamaya soktular. Adım adım sıkılaştırdıkları baskı rejimi ile toplumda
kendilerine muhalif olan kesimler yanı sıra, toplumun bütününde kendilerini bir
şekilde yönetime muhalif ve aykırı görüş sahibi olarak görenler arasında
telefon dinlemeler, yakın takip, teknik takip, en son tekniklerle donatılmış
görüntülü izleme, video kasetleri, görsel ve yazılı medyada yürütülen yıldırma
kampanyaları; yanı sıra sorgusuz süalsiz göz altına almalar, yoğun bir
sorgulama ve göz altına alma faaliyetleri, çok kapsamlı ve yaygın yargısız
infaz kampanyaları sürdürdüler.
Kuşkusuz, bütün bu faaliyetler, kendinden önce sözde
demokrasi olarak tanımlanan burjuva toplum düzeninin içinde yer alan demokrasi
ile yakından uzaktan ilgisi olmayan uygulamalar sayesinde olmuştu. AKP
iktidarı, bütün bu hukuksuzlukları gerçekleştirirken, yürürlükte olan demokrasi
işleyişinde çok fazla müdahaleye gerek duymadı. Zaten şeriat özlemi,
cumhuriyetin içinde uzun vadeli olarak süregelmekteydi ve AKP iktidarı, çok
çeşitli aşamalarda kendi dikta rejimlerini oluşturmak için gerekli kadrolarını
yetiştirmişler ve devletin en hakim mevkilerine gelebilmişlerdi. İktidara gelir
gelmez devletin tüm kurumlarına en yetkili mercilere adamlarını yerleştirdiler.
Sadece devlet kurumları değil, ama başta üniversiteler olmak üzere, özerk
yapıda olan kurumlarda da gerekli mesleki kariyer, deneyim ve yönetici vasıf
gerekliliği göz ardı edilerek yapılan atamalar ile tüm yönetim kademelerinde
şimdiye kadar görülmemiş bir parizanlık örneği sergilendi.
Menderes iktidarında herşey bir anda olup bitmedi. Kötüye
gidiş epey önce ortaya çıktı. İkinci iktidar döneminde hükümet toplantı ve
gösteri haklarını kısıtlıyor, kolluk kuvvetlerine “hedef göstermeksizin ateş”
yetkisi veriyordu. Bundan sonra mecliste sahip olduğu ezici çoğunluğa güvenen
Menderes bir bir faşist uygulamalara özgü kararları almaya başladı. Ama
bunların hiçbiri işeş yaramıyordu. Artık ekonomi batağa girmişti. Son bir hamle
ile mecliste muhalefete karşı tahkikat komisyonu kurdurdu. O günlerin havası
ile bugün AKP’nin yarattığı Ergenekon komplosu ile benzerlik şaşırtıcıdır.
Menderes, meclis içinde ve dışında yükselen muhalefeti susturmak için kurduğu
tahkikat komisyonunda gerekçe, muhalefetin ülkedeki bütün yıkıcı grupları
çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı
olarak gösterilmişti.
Bugün de benzer bir durum yaşanıyor. Düpedüz şeriatçı düzeni
"özgürlük" olarak satmaya çalışan ve bunu radikal eğilimli olanlara
varana kadar geniş bir kesimde “aydın” desteğini almayı beceren AKP, aynı
ikilemi mitolojik efsanelere dayandırarak adlandırdığı "gizli darbe
örgütü” için “demokrasi" sözde mücadelesi ile sergiliyor. Amaç, muhalefeti
susturmak falan değil. Ama halkın gözünü boyamak. Vaatlerini yerine getiremeyip
halkın durumu daha da kötüleşirken, “benden sonra tufan” propagandası yapıyor.
AKP’nin akıl hocalarının Türkiye gerçeğini yakından bildiği
ve belli ki, bir çok ülükede benzer deneyimlerden edindikleri uzmanlıkları ile
çok iyi “yıldırma ve sindirme” planları yapabildikleri anlaşılıyor. AKP
iktidarının ilk günlerinde yargıdan şikayet ediyor. İlk iş yargının
sindirilmesi olduğu anlaşılıyor. Laik hukuk sisteminin öngörüsü doğrultusunda
oluşturulmuş yargı, kuvvetler ayrılığı ilkesi esası uyarınsa sistemin üç eş
görev ve yetkilerine sahip erklerinden biri kabul ediliyor. Ama bu AKP için çok
rahatsız edici bir durum oluşturuyor.
Mayıs 2006 tarihinde yargının en üst denetleme ve karar
organı Danıştay’a bir meczup tarafından saldırı düzenleniyor. Şimdi
muhalefeti susturmak için tahkikat komisyonu kuran Menderes
hükümetini gibi, bizzat ana muhalefet
partisi başkanının da içinde yer aldığı ileri sürülen “Ergenekon darbe örgütü”
tezgahı kuruluyor. Bunun üzerine toplumda yaşanan şaşkınlık nedeniyle bu sefer
NATO gizli örgütleri tarafından oluşturulan Gladio bağlantılı derin devlet
olgusu Ergenekon ile ilişkilendiriliyor. Buna bir de Danıştay saldırısı ekleniyor ve böylelikle
Ergenekon örgütünün “gerçek yüzü” için istenen makyaj tamamlanmış olduğu gibi,
yargıya el uzatan ve Danıştay saldırısının sır perdesi bir daha aralanmayacak
biçimde kapatılıyor.
Menderes iktidarında olduğu gibi, ömrünü doldurmuş ve
tarihsel temelerini yitirmiş bir oluşum için makus talihin geri döndürümesinin
mümkün olmadığı gibi, AKP için de bundan sonrasının artık umutsuz olduğu
anlaşılıyor. Ergenekon tezgahının artık dikiş tutmadığı açıkça ortaya çıkıyor.
Akıl sağlığı kuşkulu gizli yada açık tanık ifadelerine dayalı olmak dışında
hiçbir kanıt getirilmeyen, kanıt diye getirilen belgelerin tümüyle düzmece ve
olay tarihinden çok sonra “üretilmiş” olduğunun ortaya çıkması ve göz
altındakilerin artık ila nihayet yargısız infaza tabi tutulmalarının mümkün
olmadığının iyice ortaya çıkması ile iktidarın temelleri giderek sallanıyor.
Yargısız infaza alet olanlar bile artık vicdan azabına dayanamaz hale
geliyorlar.
Menderes ve AKP iktidarı arasındaki benzerlikler, gerilimin
son ana kadar tırmandığı siyaset sahnesi ile sınırlı kalmıyor. Bugün de dün
olduğu gibi, Türkiye’nin aynı uluslar arası sermaye ve onun işbirlikçileri
tarafından "içeri atılmış" durumu söz konusu. Bu durum ekonomideki
vahim tablo ile kendini gösteriyor. Bugün içine düşülen cari işlemler açığının
ve artık sermaye girişinin değil, ülke dışına kaçışı gündemde. Ekonomi tümüyle
ithalata bağımlı hale getirildi. İthalatın ihracat gelirleri ile karşılanamayan
kısmı için döviz gerek. Bu, cari açık olarak tanımlanıyor. Bu yılın başına
kadar sıcak para girişi, bu açığı karşılıyordu. Ama şimdi Menderes hükümetinin
düştüğü duruma düşüldü. Onun dış borçlara dayalı kalkınma anlayışı, kısa bir
süre sonra tıkanmış, döviz bulamayan Menderes'in sonu hazin olmuştu.
Menderes hükümeti, ağırlıklı olarak tarım ve ticaret
burjuvazisini temsil ediyordu. Bir taraftan ülkede modernleşme hamlesine
yönelik altyapı yatırımları yaparken, aynı zamanda tarım ürünlerinde dış
kredilerle finanse edilen yüksek taban fiyat uygulaması ile tarım burjuvazisi
besleniyor, ülke kaynakları, alınan dış borçlar, vs. tümü tarım burjuvazisine
peşkeş çekiliyordu.
1958’e gelindiğinde ise bunalım patlak verdi. O yıl içinde
tedavüldeki para dörtte bir artarken, fiyat artışları hiç alışılmamış bir
biçimde yüzde 39’lara çıktı. Memur reel maaş endeksi, 1939 temel alındığında,
1959’da yarı yarıya düştü. Ama tarım ürünlerini destekleme, yani ülke
kaynaklarını tarım burjuvazisine peşkeş çekme herşeye rağmen sürdürüldü. Bütçe
açığı arttı; arttıkça da fiyat artışları körüklendi. Çare için dış kredi
arayışına gidildi. Ama durum değişmişti ve Menderes’ten istikrar programı
uygulanması ve tarım desteği ile merkez bankası kaynaklarının tarım
burjuvazisinin emrine amade edilmesinin önüne geçilmesi istendi.
Menderes’in bunu yapması mümkün değildi. Meclisin çoğunluğu
tarım burjuvazisinin temsilcileriydiler. Böyle bir girişimi engellerlerdi. Öte
yandan toplumda huzursuzluk giderek artmaktaydı. Muhalefet sesini
yükseltiyordu. Gerginlik arttıkça artmaktaydı. Artık Menderes iktidarı tepe
taklak çöküşe doğru gitmekteydi.
Bu yaşanan ülke dışı etmenlerden deriden etkilenmekteydi.
1950’li yıllar ile birlikte, dünya kapitalist sistemi hızlı bir ekonomik büyüme
dönemine girmişti. 2. dünya savaşı sonrasında neredeyse tüm dünya çapında
başlatılan yeniden inşa süreci kapitalizmi adeta coşturmuştu. İktidarının ilk
yarısında uluslar arası ekonomik koşulların sağladığı avantajlardan sonuna
kadar yararlanan DP, hızlı bir ekonomik gelişme kaydetmişti. ABD’den alınan
krediler ile kapitalist pazarın genişlemesine ve yaygınlaşmasını sağlayacak
yollar, limanlar ve altyapı yatırımları yapıldı. Bu aynı zamanda ekonomiyi canlandırdı.
Ekonomide hızlı bir büyüme yaşandı. Yüzde 52 oy oranı ile iktidarı CHP’den
devralan Menderes iktidarı, bir sonraki seçimlerinde oylarını yüzde 57’ye
yükseltti.
Yönetimlerin bir bunalımın ardından yaşanan canlılık sonrası
sağlanan olumlu koşullardan azami düzeyde yararlanmak üzere tam bir liberal
anlayış izlenmesi tüm toplumda aşırı iyimserliğe yol açar. Buna akıllı başlı
olması gereken kimi “aydın” kesimler de katılır. Sözde aykırı tutumları bir
yana bırakıp bu anlayışın kuyruğuna takıldıkları görülür. Dün olduğu gibi,
bugün de 2001 bunalımının ardından iktidara gelen AKP, böyle bir avantaja sahip
oldu. Türkiye’de ekonominin IMF marifeti ile dibe vurmuş olmasından
yararlanarak iktidarının ilk döneminde ekonominin toparlanmasını sağladı. Ama
bu iyileşmenin ancak belli bir kesim için geçerli olduğu kısa sürede ortaya
çıktı. İktidarının ikinci döneminde, tıpkı daha önce de olduğu gibi, oylarını
ciddi ölçüde artırmayı başardı, başarmasına. Ama hemen ardından olmadık
engellerle karşılaştı.
Ama her iki dönemde de liberal iktidarların makûs talihleri
gibi bir kez daha benzer kaderi paylaşıyor. Liberal anlayış, acımasız yüzünü
gizlemek için yaygın biçimde dinsel bağnazlığı kullanır. Menderes iktidarının
çöküşü onun iktidarının ikinci döneminin başlarında kendini göstermekte
gecikmemişti. Nitekim bu 1957 seçimlerine yansımış ve oy yüzdesinde 9 puan
kayıp yaşanmıştı. DP iktidarı CHP’yi ensesinde hissetmekteydi. Bu durum onu
öfkelendirmişti. Arada sadece birkaç puan fark kalmıştı ve kapanacak gibi
görünüyordu. Bunun üzerine Menderes hükümeti harekete geçti. Laisizm,
“demokratik” biçimde algılanmaya başlandı. Türkçe ezan okuma zorunluluğu
kaldırıldı. Vatan Cephesi oluşturularak ülke bugün olduğu gibi kamplara
bölündü.
DP iktidarının sonunu hazırlayanı etmenler arasında, ülkeyi
cephelere ayırarak ikiye bölmesi olduğu söylenir. Ancak böyle bir gelişme,
ancak bardağı taşıran son bir damla olabilir; oysa bunun bir süreç olduğunu, DP
iktidarı çöküşünün hesapsız gidişin geri dönülemez hale gelmeye başladığı
ikinci dönem itibarı ile başlayan uzun bir dönemi kapsamaktadır. Süreç
başladığında da, geriye dönüş mümkün olmamıştır.
Bugün AKP iktidarının çıkmaz noktası da budur. Liberal
ekonomi anlayışı, geri dönülemez bir süreç olarak sürüp gider. Onu engellemeye
kalkışmak, istikrara dönüş yapmak, DP iktidarında olduğu gibi mümkün olmaz.
Böyle bir istikrar programı, gidişi daha da kötüleştirmekten başka bir işe
yaramaz. Ancak tam bir çöküş gerekir. Gemi azıya almış liberal anlayışın başka
türlü kendini toparlaması mümkün olmaz.
DP iktidarı, Menderes ve yandaşlarını ipe götürmüştü. Bu
kadarı talihsiz bir gelişmedir. Ancak bugün AKP iktidarı için de benzer
yorumlar yapılmaktadır. Gerçekten de, partinin kapatılması bu dönemin sonunu
getirmez. Partinin kapatılması kaçınılmaz görünmektedir. Ama geri dönüşün tam
olabilmesi için çöküşün parti kapatmak ile sınırlı kalmayacağı düşünülmelidir.
Şimdi yüce mahkemenin hukuk sınırlarını zorlayarak “odak” olan bir partiye
geçit vermesi ile AKP serüvenin bitişi değil, belki de başlangıcı kabul
edilmelidir.
Benzerlik arayışları içinde, ülkenin iç dinamikleri kadar,
dış dinamiklerinin de benzer bir süreç içinde seyretmiş olduğundan söz etmek
gerekiyor. DP dönemine ilişkin yukarıda özetlenen dış etmenler, AKP iktidarları
için de söz konusudur. Yaşanan liberal ekonomik süreç yanı sıra, bu sürecin
siyasi arenada yol açtığı sonuçlar açısından da her iki dönem kıyaslamaya değer
görünmektedir.
DP iktidarı sürecinde, savaştan galip çıkan Sovyetler hızla
toparlanmış ve sosyalizm artık bir dünya sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Bu
durum ABD’de, komünizmin yayılma olasılığı nedeniyle büyük bir paniğe yol açar.
Avrupa, boydan boya komünist partilerin iktidar alternatifi haline gelmişken bu
sefer Yunanistan’da komünist partizanlar, İngiltere’nin kukla hükümetine karşı
iç savaş ilan ederler. Bunun üzerine 1947 yılında Truman doktrini açıklanır:
komünizm tehlikesi olan ülkelere mali ve askeri yardım yapılacaktır. Amaç
sosyalist sistemin güneye doğru yayılmasının önüne geçmektir.
Bu nedenle ABD, dünya çapında anti-komünizmi tırmandırmak
için büyük bir hamleye girişir. Başkan Truman, 1950 yılında hidrojen bombasının
imalatına onay verir ve aynı yılın Haziran ayında ABD donanması Kore'ye
çıkartma yapar. 1953 yılında Rosenbergler elektrikli sandalyede itam edilir.
Senatör J. MacCarthy, ülkede komünistlere karşı cadı avı başlatılır.
Türkiye sosyalist ülkelerin sistem çevresinde demirperde
oluşturan emperyalist sistemin kırılma hattı üzerinde yer almaktadır. Genç
cumhuriyet yönetimi, kendilerine her türlü desteği sağlayan Sovyetlere karşı
sıcak duygularını muhafaza etmektedir. Özellikle cumhuriyetin ilk döneminde
serbest piyasa ekonomisi deneyimin başarısızlığından sonra, iki taraf arasında
yakınlaşma daha da artmış, bu kendin ekonomik ilişkilerde de göstermiştir.
Sovyetler Birliği, her meclis açılış töreninde cumhurbaşkanı açılış
konuşmasında atıf yapılan ilk ülkedir.
Menderes hükümeti öncülüğünde toprak ağalarının gerici
iktidarı, bu süreci tersine çevrilir. Komünizm ile mücadele için kurulan
NATO’ya Türkiye 1952 yılında üye yapılır. O zamana kadar Sovyet silahlarını
kullanan Türk ordusu, 2. dünya savaşının eskimiş ve elde kalmış silahları ile
donatılır. Marshall Planı’dan gelen katkılar ile Erdemir ve ODTÜ kurulur.
Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu tümüyle çözümlenir. Menderes ve
Karamanlis, Ankara’da bir araya geldiğinde, iki ülke arasında kalan tek sorun,
balıkçıların avlanması ile ilgilidir. Çünkü hava sahası, kıta sahanlığı,
karasularına ilişkin iki ülke arasında tüm çelişkiler giderilmiştir. 1959
Londra Anlaşması, Türkiye’ye Kıbrıs’ta garantörlük hakkı vermektedir. Taraflar,
böyle bir teminat çerçevesinde karşılıklı imtiyazlarının farkındadırlar.
Türkiye, başarılı biçimde emperyalist sisteme monte edilmiştir. Artık Menderes,
ABD’nin onayını alarak AET’ye ortaklık için başvuracaktır.
Bütün bu anlatılanlar, günümüz Türkiye’si için çok
açıklayıcı olmaktadır. Günümüzde yaşananlar, bir önceki dönemde olduğu gibi
emperyalizmin bölge içindeki çıkarları ile biçimlendirildiğini açıklıkla ortaya
koymktadır: AKP’nin serüveni, ABD’ye giderek bölge içinde yürütülecek
entrikaların sorumlusu olarak atanması ile başlamıştır. Şimdi bu görevin ilk
aşaması bölgenin batısında NATO müttefikleri ile işbirliği halinde Libya’nın
kana boğulması ile tamamlanmış görünüyor. Şimdi ise ikinci sırada doğu
yöresinde Suriye’nin halledilmesine gelmiştir.
Mümtaz kuruculardan oluşan heyetlerin ABD çıkartmasının
ardından kurulan AKP hükümeti, Türkiye’ye Batı ile ilişkilerinde bir bahar
dönemi yaşatır. Avrupa ile bütünleşme süreci hızlandırılır. Uyum çalışmalarına
hız verilir. Amaç, Türkiye’yi bu sefer yeni-liberalizm sürecine katmaktır. IMF,
ekonominin idaresini tümüyle ele alır.
Türkiye, öncekinden farklı nitelikte tam bir emperyalist
kuşatma altına alınmıştır. ABD ile yakın müttefik ilişkisinden söz edilirken,
Türk askerinin başına çuval geçirilir. Türkiye’nin AB üyeliği, Menderes döneminde
olduğundan çok daha geri konumdadır ve adeta bu defter kapanmış gibidir. ABD ve
AB Türkiye’ye değil el uzatmak, onu bölmek ve parçalama gayretleri içine
girmiştir. Yunanistan ile başta Eğe ve Kıbrıs olmak üzere her konuda iki ülke
sürtüşme ve kavga içindedir. Kıbrıs’ın kopma süreci son noktaya getirilmiştir.
AKP lideri, dünyaya bu süreci onadığını göstermek için Kıbrıs’ı ziyaret
etmektedir. Türkiye, Ermenistan gibi birkaç milyonluk bir ülke karşısında
“madara” edilmektedir. Batılı parlamentolarda yüz yıla yakın öncesindeki bir
olay nedeniyle "soykırım suçu" işlediği tescil edilmektedir. Kürt
ayrılıkçıları AB ve ABD himayesinde Türkiye’nin bölünmesi için var gücü ile
çaba göstermektedir.
Menderes döneminden farklı gibi görünse de, emperyalizmin
Türkiye ile olan ilişkileri dün olduğu gibi, bugün de tümüyle tek yanlı yarar
ilişkisi biçiminde yürütülüyor. Menderes döneminde Türkiye’nin belki de tek
kadim dostu olan Sovyetlerden uzaklaştırılırken ne amaçlandı ise, bugün tüm
komşuları ile kavgalı hale sokulması ve giderek parçalanmak üzere olan Türkiye
üzerine oynanan oyunlar da özünde aynı amacı taşıyor. Suriye ile sıcak
ilişkiler bu gerçeği değil gölgelemek, tam tersine pekiştiriyor. Suriye’nin
başarılı bir Y. Arafat rolü oynaması için Türkiye ile yakınlaşması gerekiyor.
Menderes döneminde Türkiye’yi Sovyetlerden koparmak için
sadece ekonomik yardımlar ile yetinilmemişti. ABD’nin ülkesinde ve dünya
çapında başlattığı antikomünizm de aynen Türkiye’ye yansıtılacaktı. Komünizmle
Mücadele Derneği DP iktidarı tarafından kuruldu. İlk şubesinin, o dönemde işçi
sınıfının tek adresi olan Zonguldak’ta faaliyete geçmesi anlamlıdır. Amaç
vatana ve Allah’a bağlılığı kökleştirmek için komünizme karşı fikir yolu ile
mücadeledir; ama bu fikirlerini her zaman kaba kuvvet, şiddet ve faili meçhul
cinayetler olarak tecelli ettiği bilinmektedir.
DP iktidarı döneminde uluslar arası anti-komünizm, dünya
sosyalist sisteminin yükselişi ve bunun giderek Avrupa ve dünyada egemen
ideoloji haline dönüştürülmesine karşı başlatılmış bir hareketti. Komünizme
karşı ideolojik mücadelenin bir ölçüde başarıldığı düşünüldüğü günümüzde
ağırlık, bu ideolojiye kaynaklık eden ve onu beslediği düşünülen işçi sınıfına
yöneltilmiştir. İşçi sınıfı hareketinin belli bir olgunluğa ulaştığı günümüzde
ise AKP iktidarı zaten işe işçi sınıfına topyekün ve en ayrıntılarına kadar
özenle hazırlanmış bir saldırı ile başlar işe. Artık değil işçi sınıfının
siyasi örgütlenmesi, bir taraftan kayıt dışı istihdam, diğr taraftan taşeron
sistemi, esnek çalışma sistemi, yeni iş yasaları, sendikal örgütlenme yasaları,
vs. gibi uygulamalarla işçileri bir araya gelmek ve örgütlü siyasi mücadeleden
alıkoymak için düşünülmüş bir çalışma sistemi geliştirerek onun siyasi
örgütlenmesini adeta imkansız hahle getirmiştir. Son aşamada kıdem tazminatının
da kaldırılması ile kazanılmış hakların tümü yok edilmiş olacaktır. Yapılan
bütün bu işçi düşmanı düzenlemeler ile işçiler adeta yasal şiddete maruz
bırakılmıştır.
Yasal şiddet, işçi sınıfının kazanılmış haklarının gasp
edilmesi yanı sıra, devlet terörünün yasama sistemine “terörizmi önleme
yasaları” kisvesi altında sokularak gerçekleştirilmektedir. 11 Eylül
saldırılarını fırsat bilen burjuvazi, bundan sonra kendini savunma adına her
türlü yasal meşruiyete sahip olduğunu ileri sürmektedir. Bundan cüret alarak
işçi sınıfının kazanılmış haklarını gaspetmekte beis görmemekte ve buna baş
kaldırmaya yeltenen işçi sınıfının anasından emdiği sütü burnundan
getirmektedir. Dünün anti-komünizmi, bugünün faşist anti-terör anlayışına dönüşmüştür.
Dün Menderes’in milletvekillerine “siz isterseniz şeriatı
bile getirebilirsiniz“ derken sergilediği çok tehlikeli ve vahim sonuçlara gebe
anlayış, bugün de AKP yönetiminin lideri ve yandaşları tarafından da dile
getiriliyor. Ne var ki, bugün iktidar ve yandaşlarının başta muhalefet olmak
üzere, içi ve dışı muhalif kesimleri küçümseyen ve kendilerini alternatifi
olmayan yönetim biçimi olarak değerlendirmeleri Menderes’in hazin sonunu
engellemeye yetmemişti.
Dönemin ABD ve Sovyetler Birliği gibi iki süper gücü
arasında mücadelenin tırmandığı bir dönemden yararlanarak kendini ateşe atıp
ABD’den aldığı destek ve yardım sayesinde bir atılım yapan Menderes istidarı,
sık sık ekonomiyi öne çıkartan söylemlere başvurmakta, büyüme, istihdam ve
refah sağladığı ölçüde iktidarın her uygulamasının "demokratik” öze sahip
olduğu üzerinde duruyordu. Kitlelere yönelik göz boyama bununla da kalmıyordu.
Önceki dönemi elitler ve askerlerin
sultası altında olmakla suçluyor, DP iktidarının ise özgürlüğü getirdiği söyleniyordu.
Artık köylüye “çiftçi" oldu, ameleyi “işçi”, teba ise “vatandaş” olmuştu.
Demokrat parti köylüyü kente ezdirmeyecekti, baskıcı devlet kalkacak, milli
ticaret milli sanayi doğacak, tarım reformu, barajlar ve enerji-ulaşım altyapı
tesisleri kurulacaktı.
Ama Menderes toprak burjuvazisinin temsilcisiydi. ABD ve
onun direktifi altında finans kurumlarından aldığı kaynakları sanayi
altyapısını oluşturma yerine doğrudan bunların ceplerine aktarıyordu. Daha
1958’e gelindiğinde ekonomi dış borç batağında yüzüyordu. Bu yılın Ağustos
ayında yapılan devalüasyon ile paranın değeri üç misli azaldı.
Benzer afaki değerlendirmeler, AKP için de yapılmakta,
liberal ekonominin sağlıklı bir biçimde işlediği, yeni iş olanakları ile
işsizliğin azaldığı, sivil ve asker bürokrasisinin vesayetinin kaldırıldığı,
laisizmin getirdiği baskı rejinin kaldırıldığı, türbanın serbest bırakılması
ile özgürlük getirildiği, ülkede tam bir demokratik bir sürecin başlatıldığı,
vs. ileri sürülmektedir.
Oysa biraz daha yakından bakıldığında, DP ve AKP iktidarları
döneminde elit kesimin egemenliğine son verildiği kuşkuludur. Yerine konan
iktidar, bu sefer yeni-yetme burjuva elitizmini doğurmakta gecikmemiştir.
Siyasette çevrenin merkeze yürüyüşü de tümüyle abartıdır. Bu siyaset katılımcı
değil, ama "yardakçı" bir anlayış sonucudur. Köylü, esnaf ve işçi
sınıfı için de bu tip liberal iktidarların açılım değil, ama yoksulluktan başka
bir anlam ifade etmediği çok açıktır. İşçi sınıfı sendikal örgütlerinden yoksun
bırakılmıştır. Ekonominin yarısı kayıt dışıdır; işçiler hiçbir sosyal haklara
sahip olmaksızın, çok sağlıksız ve tehlikeli çalışma koşulları altında, asgari
ücret ve hatta onun yarısı ücret ile çalıştırılmaktadır.
Ekonomide carri açık olağanüstü seviyeye çıkmıştır. Ülke
dışından gelen paranın kaynağı bilinmemektedir. Şimdiye kadar AKP hükümeti
öncesinde koalisyon hükümeti döneminde uygulamaya sokulan reforlar sayesinde
belli ölçüde ayakta kalan ekonomi bundan sonrasında iyice belirsizliğe
girmiştir. Dünya piyasalarında belirsizliğin artışı ile bu durum, Türk halkı
için karanlık bir gelecek anlamına gelmektedir.
Türkiye ekonomisinin içine sokulduğu çıkmaz durum, onu
emperyalist ülkelerin akıl almaz önerilerine boyun eğmeye itmektedir. NATO’nin
Libya’yı talan etmesinin ardında, sırada Suriye hedef tahtasına konmuştur.
Türkiye’nin böyle bir maceraya atılmış olması, onun için tam bir felaket
anlamına gelecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de liberal iktidarlar dün
emperyalizm, bugün ise küresel hegemonya doğrultusunda, onun programını harfiyen
uygulamak zorunda bırakılıyor. DP’nin iktidar olduğu 1950’li yıllara özgü dış
dinamikler, bugün olduğundan çok daha fazla ülke üzerinde etkili olmaktadır.
Birbirine çok benzer yollardan giderek ve aynı kaderi paylaşarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder