Türk sendikal hareketinde yakın zamandaki değişim dikkat
çekici. Bir taraftan sermaye adeta gözü dönmüş bir biçimde sendikacılığın
kökünü kazımak için işçi sınıfına büyük bir saldırıya geçti. Sendikalar uzun
yıllar boyunca kazanılmış tüm haklarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya.
Sendikal örgütlenme giderek zorlaşıyor, sendikalar her geçen gün kan
kaybediyor. Sendikalaşma oranı düşüyor. Ama bütün bunlara karşı işçi sınıfının
mücadele kararlılığı ve bilinç düzeyinin değil azalmak, tam tersine artışına
tanıklık eden gelişmeler yaşanıyor.
Bu bağlamda çok ilginç bir gelişme, İstanbul’da 1 Mayıs 2007
kutlamaları sırasında gözlendi. O yıl kutlamalar Türk-İş ve DİSK tarafından
Kadıköy ve Taksim’de ayrı ayrı düzenlendi. Kadıköy’deki kutlamalara biraz da
dudak bükerek katılanlar, etkinliğin düzeyine bakarak bir an şaşkınlığa
uğradılar. Önde Türk-İş ve bağlı sendikalar, arkada ise siyasi kuruluş ve
gençlik örgütleri olmak üzere düzenli yürüyüş kolu coşku içinde toplantı
alanına yürüdü. Daha sonra Türk-İş sendika yetkilileri, genç kadın ve erkek
işçiler, işçi sınıfının mücadele ruhuna yakışır biçimde coşkulu konuşmalar
yaptılar. Bu konuşmaları, dönemin Türk-İş başkanı Salih Yıldız’ın çok
uzaklardan yankılanan gür sesi ile yaptığı konuşması izledi. O günkü kutlamalar
düzenli yürüyüş kolu ve disiplini ve coşkulu konuşmalar ile dikkati çekti.
Türk-İş’in öncülüğündeki 1 Mayıs yürüyüşü sık sık “1 Mayıs”, “Örgütlü
Mücadele”, “İşçilerin Birliği”, “Halkların Kardeşliği”, “1 Mayıs Alanı Taksim
”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Emekçi Düşmanı Vali İstifa”, “Katil ABD”
“IMF Defol”, “Bu Memleket Bizim”, “Şeriat ve Darbe’ye Hayır”, “Demokrasi”
“Toplu Sözleşme”, “Sağlık, Eğitim ve Sosyal Güvenlik” için atılan çeşitli
sloganları eşliğinde gerçekleşti. Hükümetin özelleştirme, sosyal güvenlik ve
sağlık politikaları protesto edildi. Taksim’i şiddet alanına çeviren Vali ve
Emniyet Müdürü sık sık yuhalandı ve istifaya çağrıldı. İskele Meydanı’nda
yapılan mitingin sonunda konser verildi, halaylar çekildi. Sonunda miting
olaysız sona erdi.
Aynı gün DİSK’in Taksim’de düzenlediği kutlamalar ise yine
bir başka ve ilginç gelişmelere tanık oldu. Bu kutlamalara hazırlık döneminde
DİSK, Taksim alanında gövde gösterisi yapılacağı görüntüsünü yansıtmaktaydı. Bu
gün için beklentiler en üst düzeye çıkartılmıştı. Gerçekten da kutlama günü
gözlenen yığınsal katılım bunun bir göstergesiydi. Kitleler çağrıya cevap
vermişti. Ama sonuç tam tersine kaos oldu.
Bu kutlamalarda işçi sınıfı düşmanlarının beklentisi her
türlü olumsuzluk vardı. Sözüm ona işçiler geleneksel 1 Mayıs gösterilerinin
tarihine sahip çıkacaklardı. Ama 1 Mayıs günü polis DİSK’e tarihini dar
ettirdi. Kutlamalar meydanda polis ve göstericilerin köşe kapmacası biçiminde
geçti. Polis, göstericilere tahrikli su sıktı, biber gazı kullandı. O gün polis
kutlamalara özellikle şiddete başvurmada kararlı ve bunun için her türlü
fırsattan yararlanma niyetindeydi. Üstelik bunun için çok iyi bir fırsat da
yakalamıştı. Kutlamaların kaos içinde geçmesinin başlıca nedeni, eski 1 Mayıs
etkinliklerine özgü gösteri düzeninin olmayışıydı. Alanda yapılacak kutlamalar
için hemen hemen hiçbir güvenlik önlemi alınmamıştı. DİSK yöneticileri,
katılanları göz göre göre polisin şiddeti ile yüz yüze bırakmıştı. Polis DİSK
başkanlar kurulunu hemen DİSK genel merkezi önünde adeta faka bastırmış ve
kapısının önünden bir adım dahi atmasına fırsat vermemişti.
Gün boyunca şiddet gösterilerinde baş rolü alan ve her
nedense burjuva basınında üstüne basa basa “solcu” olarak yansıtılan
anarşistler, gün boyunca kutlamaları rezil ettiler ve sonra da ellerini
kollarını sallayarak evlerine gittiler. Ama 1 Mayıs coşkusu için orada olan ve
bu tür şiddet gösterilere değil katılmak, tersine kutlamaları bu şekilde sabote
edenlere karşı çıkanların başına gelmedik kalmadı. Tepeden tırnağa zehirli ve
ölümcül olabilen gaza bulandılar. Gün boyunca maruz kaldıkları polis
şiddetinden gözlerini açamadılar. Bu yetmedi, yeterli sayıda bir grup yürekli
insan cımbızla seçilmişçesine olaylar sonrasında ile polis tarafından nezarete
alındı ve çeşitli baskı ve işkencelere maruz kaldılar, dövüldüler,
tekmelendiler ve aşağılandılar.
"Her ne pahasına olursa olsun 1 Mayıs'ta Taksim'de
olacağız" diyen DİSK yetkilileri, bütün bu olup bitenlere seyirci kaldı.
Oysa bir zamanlar durum bundan farklıydı.
Bundan tam 30 yıl önceki 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim
Meydanı’nda o tarihe kadar görülmemiş bir yoğunlukta 500 bin kişinin katılımı
ile düzenlenen kutlamalara burjuvazinin silahlı saldırı düzenlemiş ve çıkan
olaylar sonucunda 34 kişi ölmüştü. Ertesi yıl kutlamalar daha büyük bir coşku
ile, ama bu sefer tüm katılanların görevlilerce alınan çok sıkı güvenlik
önlemleri ile korunduğu düzenli, disiplinli ve her bakımdan işçi sınıfına
yakışır bir biçimde düzenlendi.
Yakın zamanda düzenlenen 1 Mayıslar, bu görkemli kutlamalar
ile kıyaslanmayacak düzeyde sahipsiz kalmış görünmekte. Sanki katılımcılara
“artık başınızın çaresine bakın” deniyor. Bir taraftan kutlamaları sabote
edenlerin, diğer taraftan da burjuvazinin güvenlik güçlerinin keyfi baskı ve
şiddet uygulamalarının insafına terk ediliyorlar. Ama her seferinde inatla DİSK
yöneticileri ve akıl hocaları bu durumu görmezden geliyor ve ayak diretiyor. 1
Mayıs günü gibi, işçi sınıfının her türlü rekabet, çekişme ve sürtüşme
kaygılarından uzak tutulması gerektiği bir günde Türk-İş ile bir araya
gelinmesinin önemi üzerinde durulmuyor ve bu tür bir girişim yuhalanıyor.
Sendikal harekette değişen rüzgârlar
Yakın zamanda iki sendika konfederasyonu, Türk-İş ve DİSK
içindeki gelişmeler dikkati çekiyor. Bu durum, gerek üye sendika eylemlerinde
sergilenen sınıf tavrı ve gerekse konfederasyon yöneticilerinin medya aracılığı
ile yaptıkları açıklamalardaki değerlendirmelerde ortaya çıkıyor. Açıkçası,
Türk-İş ve özellikle üye sendikalar giderek daha belirgin ve ayakları yere
basan sınıf tavrı içine girerken, DİSK’in geleneksel lafazanlığını hala daha
sürdürdüğü gözleniyor. Ama bir taraftan da siyasi tutumları malum kesimler ile
işbirliği yapılıyor. Türk-İş öncülüğünde yürütülen Emek Platformu tüm ülke
çapında ses getirirken, başta Tekel Direnişi olmak üzere, üye sendikaların grev
ve direnişleri işçi sınıfının gücünü tüm ülke çapında sergiliyor. Kimi sendika
yöneticileri de, sınıf mücadelesinin her platformda sürdüreceklerini açıklıyor.
Türk-İş artık geleneksel edilgen konumundan sıyrılıyor.
Gerçekte bu durum, sendikal harekette çok temel ve bir o
kadar da önemli değişikliğe işaret ediyor. Türk-İş artık siyasete katılmayı
göze alıyor. Kuruluş ilkelerinde belirtilenden farklı olarak artık hükümet ve
muhalefet karşısında farklı tutum takınıyor. Hatta tüm ülke ekonomisini hedef
alan önlemler paketi öneriyor. Sendikal düzende getirilen yasakları zorlayarak
eylemler düzenliyor. Şimdiye kadar bilinen “partiler üstü” tutumlarını açık bir
biçimde terk ediyorlar.
Gerçekte bu tutum boşuna değil; tümüyle temsil ettikleri
işçi sınıfının canlılığını yansıdan bir durum. Türk işçilerinin sınıf bilinci
yükseliyor. Bu durum sendikal hareketin dışına yansıdığı gibi, kendi içinde de
etkisini göstermekte gecikmiyor. Herkes gibi, sendikacılar da bu gelişmeye
paralel olarak tutum ve davranışlarını buna uydurmak zorunda kalıyorlar. Bu
sendikal harekette tabandan yükselen bir süreç olarak yaşanan büyük değişimi de
ifade etmektedir aynı zamanda.
Ama bu değişimin Türk-İş ve DİSK açısından aynı yönde
olduğunu söylemek mümkün değil. İlkinde gelişme ibresi olumlu ve ileriye doğru
olurken, ikincisinde ise uzun bir dönemden bu yana gözlenen bir yorgunluk
emareleri dikkati çekiyor. Yorgunluk kırılmalara ve firelere yol açıyor. Çünkü
mücadele uzun soluklu ve bu nedenle bunun getirdiği yılgınlıktan olsa gerek,
bir zamanların atak, coşkulu ve umut dolu söylemlerin yerini emin limanlara
sığınma dürtüsüne bırakıyor. Ama bu durum dün ve bugün arasında ciddi bir kopuşu
da sergilemekte gecikmiyor.
Sadece bununla da kalmıyor. Dün ve bugün arasındaki geleceğe
bakma ile günü kurtarma anlayışları arasında kapanan fark soru işaretlerine
neden oluyor. Sendikal harekette bir zamanlar sınıf tavrı birliği bozmak mazur
görülebilir bir durum olarak kabul edilmişken, şimdi gelinen durum bu mazereti
ortadan kaldırıyor ve hatta geriye dönüp bu o zamanki tutumun kesinlikle yanlış
olduğu sorgulamasının behemehal yapılmasını gerektiriyor.
Bugün, “Peki DİSK’in sendikal bütünlüğün bozulması pahasına
kuruluşunun amacı neydi” sorusunun sorulması zamanı gelmiş görünüyor. Her ne
pahasına olursa olsun sendikal hareketi bölünmemesi gerektiği üzerinde bir kez
daha durulması gerekiyor. Çünkü birlik en büyük silah. Hiçbir biçimde akla ve
mantığa uygun olmaması bir yana, bu durum aynı zamanda burjuvaziye için kolay
hedef oluşturma açısından da çok ciddi sakıncalar içeriyor. (1)
Tarihten ders almak
Geleneksel değerlendirmeye bakılırsa, tüm dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de sınıf siyasetinin 60'lı ve 70’li yıllardaki canlılık geride
kaldı. Ama bu gerçeği tam yansıtmıyor. O günlerde ABD’den Avrupa’ya sadece
Marshall yardımı değil, ama CIA ve onun yer altı örgütü Gladio ile yoğun bir
antikomünizm ihraç edildi. Yükselen sadece öğrenci hareketleri idi ve geride
özgürlük, demokrasi, vs. adına sınıf hareketini derinden etkileyen ve onları
örokomünizmin batağına saplanmalarına yol açan yıkıntılar kaldı. Bu dönemi bir
yükselişten çok çöküşe benzetmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. (2)
Ama sendikal hareketi için durum bundan daha farklıdır.
Görece uzak geleceğe ilişkin hedefleri öngören siyasi mücadeleden farklı olarak
sendikal mücadele günlük yaşam ile yakından ilgilidir. Bu nedenle sendikalar
her zaman ekonomik mücadelede olması gereken yerde durmak durumundadırlar.
Bunun şakası yoktur. Hayat sürekli akıp gitmektedir ve bu nedenledir ki,
sendikal hareket, her türlü baskı ve yıldırmaya karşı her geçen gün daha da
ileri gitmektedir. Gerçekten de daha yakından bakıldığında, Türkiye’de sendikal
örgütlenme için her geçen gün yeni güçlükler yaratılmasına karşın hak arayışı
mücadelelerinin yoğunluğu ve bunun için daha tutarlı ve enine boyuna çalışılmış
siyasi hedeflerin konması açısından olumlu bir gelişme seyrinin yaşandığı
söylenebilir.
Türkiye’de sanayileşme ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve
onun siyasi ve ekonomik örgütleri yüz yılı aşkın bir geçmişe sahip. Geçen yüz
yılın başlarında İstanbul ve Selanik’te yoğun bir işçi sınıfı, bu sınıfın
sendikaları ve II. Enternasyonal üyesi partileri faaliyet göstermektedir.
(3) Ama cumhuriyet dönemi ile birlikte
imparatorluktan kalan enkaz sanayileşmede ciddi çöküşü beraberinde getiriyor ve
belli bir olgunluğa gelmesi için neredeyse bir yarım asır daha beklemek
gerekiyor. Cumhuriyet’in ilk dönemine özgü ve 5018 sayılı ilk Sendikalar Kanunu
ile çizilen bu ilk dönem, 1963 yılında sendikalara grev ve toplu sözleşme
haklarının sağlanması ile geride kalıyor. Bir taraftan sanayileşmenin hızlı bir
tempo kazanması ve buna koşut ekonomik ve siyası sınıf mücadelesinin artışı ile
kendini gösteren bu dönem 12 Eylül faşist darbesi ile sonlandırılıyor ve bundan
sonra bir duraklamanın gözlendiği günümüze kadar süren son dönem başlıyor.
Sendikal mücadele tarihinin bu bekleyiş, yükseliş ve
gerileme dönemleri bile çok açık bir gerçeği, yani “hak verilmez alınır”
gerçeğini göstermeye yetiyor. Bekleyiş döneminde, sendikacılar bekliyorlar,
kendilerine grev ve toplu sözleşme hakları verilmesi için. Ama bu bekleyiş hep
sürüyor. Hiç kimse bu bekleyişi umursamıyor. Ama sendikacılar ve işçiler sadece
beklemiyorlar. Tarih onlara derslerini öğretiyor ve bekleyişin yerini 1960’lı
yıllardan sonraki sınıf hareketlerinde patlama alıyor. Bundan sonra burjuvazi,
beklentileri karşılamak zorunda kalıyor.
Ama su uyur, düşman uyumaz. Bu da bir başka önemli ve
öğretici bir ders. Ecevit’in 274 ve 275 sayılı yasalarla verdiği söylenen
sendikal haklar, gerçekte hak değil, ama yasaklamalar manzumesinden başka bir
şey değil. Çünkü sendikacılık hak arayışı
için deveye hendek atlatmaktan daha zor bir dizi yasal işlemlere boğuşmaktan
ibaret değil. Bundan çok öte bir şey. Ecevit’in yasasında hak ihlalleri
yapılması durumunu düzenleyen hükümler yok. Dahası grev ve toplu sözleşme
düzeninde işçilerin ortak haklarını sağlamaya yönelik her türlü eylem biçimi ve
bu arada siyasi grev yok, genel grev
yok, dayanışma grevi yok, sempati grevi, iş yavaşlatma, işi bırakma, fabrika
işgali gibi. tümüyle alın teri ve göz nurunu savunmaya yönelik haklar yok.
Ecevit’in işverenlere tam bir keyfilik getiren yasası, işçilerin verilmiş gibi
gösterilen hakkın sınırlanması için olmadık dalavereler içeriyor. İşte bu
nedenledir ki, günümüzde işçilerin gelecekleri için bir ve tek ağza çalınan bal
gibi olan kıdem tazminatı bile onlara çok görülüyor.
Şurası çok açık bir gerçek ki, dün olduğu gibi, kabahati ne
sermayeye ne de onun işçi düşmanı yasa getiren adamları ve sisteminde bulmanın
bir yararı var. Bugün gelinen aşamada kabahatin kimde olduğu çok açık. Türk
sendikacılığı, beklemenin işe yaramadığını yaşayarak öğrendi ve bu bilinçle
harekete geçti. Siyasi parti kurdular. Kitlesel eylemler düzenlediler. Sonunda
grev silahı elde ettiler. Ama burjuvazi bunu bile çok gördü. Bunu geri almaya
kalktı. Ama o dönem işçilerin siyasi bilinçliliği henüz bastırılamamış
olmalıydı. 15-16 Haziran kalkışması burjuvaziye geri adım attırdı.
Birlik için gösterilen çabalar
Sendikal mücadele tarihi, sendikacılığın temelinde bir araya
gelerek güç birliği yapmak ve böylelikle elde edilen güç ile sermayeye karşı
mücadelede haklı konuma geçmek olduğunu öğretiyor. Çünkü tarih boyunca güçlü
olan hep haklı olmuş, tersine, güçsüz olan ne kadar haklı olsa bile halini
anlayan olmamıştır. Oysa bugün dünya sendika hareketinde çok yönlü bölgesel ve
uluslararası birlikler oluşturulması için azami gayret gösterilmektedir. Bunda
amaç güçlü olmaktır. Sendikaların birliği sadece ulusal düzeyde değil ama
uluslararası düzeyde de olması gerekir. Çünkü artık dünya küreselleşme ve bir
ülkede herhangi bir işkolundaki durum etkisini uluslararası düzeyde gösterebilmektedir.
Bir işkolunda yapılacak sendikal mücadelenin başarısı, o iş kolunda
uluslararası örgütlenmeden geçmektedir.
Ulusal ve uluslararası birlik sürecinin sendikal hareketin
ilk ortaya çıkışından bu yana başladığını söylemek yanlış olmaz. Çeşitli ulusal
siyasi hareketlerin birliğini simgeleyen I. Enternasyonal bile gerçekte
sendikaların bir araya gelerek birlik
oluşturma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle,
uluslararası sendikal birliği çabaları dünya sınıfı siyaseti belirleyecek
düzeyde birleştirici ve toparlayıcı etki yaratabilmektedir.
O dönemde Londra işçileri patronların kıta Avrupa’sından
ucuz işçi getirmelerinden şikayetçidir. Bu konuda Paris işçilerinden destek
isterler. Parisliler bu çağrıya birlik için görüşme yapmak üzere bir heyet
göndererek yanıt verirler. Sonrasında Alman sendikacıları da bu birliğe
katıldılar. Görüşmeler mücadelenin sadece sendikal düzeyde değil, ama aynı
zamanda birlikte siyasi mücadele verilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Çünkü
patronları böyle yapmaktadır. Bu bilinçlilik çeşitli ülkelerden sendikacıların
katılımı ile düzenlenen bir işçi kongresi ile somutlaşır. Daha sonra bu kongre 1. Enternasyonal adını alır.
Uluslararası sendikal hareketin birliğinin kaçınılmaz
olduğunu bilen sınıf hareketi, I. Enternasyonal deneyiminde sonra da meslek ve
işkolu düzeyinde somut birlik arayışlarını sürdürdü. Bunun için 20. yüzyıl
başlarında, örneğin şapkacılar, eldivenciler, yer altı maden işçileri,
boyacılar, vs. gibi çeşitli ülkelerde farklı işkollarında sendikalar bir araya
gelerek uluslararası düzeyde birlik oluşturmaya başladılar. 20. yüzyıla
gelindiğinde uluslararası birlik hareketi dünya çapında yaygınlaşacaktı.
1913’te hala daha çok güçlü sendikalar olan İngiltere’den TUC, ABD’den AFL, Fransa’dan
CGT, İspanya’dan UGT gibi sendikaların öncülüğünde Uluslararası İşçi
Federasyonu - USF kuruldu. Ekim Devrimi, sendika mücadelesine yepyeni bir boyut
getirecek ve sınıf sendikacılığı dönemi başlayacaktı. Ama böyle olmasına karşın
bu yeni anlayış, uluslararası birliğinin sağlanması temel hedefinin önüne
konmadı. Çünkü bir araya gelerek birlik oluşturma ilkesi temel alınmıştı. Bun
anlayış, son paylaşım savaşından sonra da sürdürülecek ve bu sefer dünya
çapında oluşturulacak sendikal birlik Dünya Sendikalar Federasyonu - DSF içinde
komünist olan ve olmayan sendikalarla bir arada ortaya çıkacaktı.
Her ne pahasına birlik anlayışının sürdürülmesi ve bunun
sağladığı kazançlar emperyalistler için ciddi bir tehdit niteliğini almıştı.
Sağlanan olağanüstü imkanlarla harekete geçen CIA, İngiliz TUC ve Amerikan
AFL-CIO öncülüğünde güçlü bir sendikal birlik UHSK oluşturarak DSF’nin
parçalanmasını sağladı.
Ümit verici açılımlar
Türk sendikal hareketinde birlik için umut verici gelişmeler
sadece ülke içinde yaşanan gelişmeler ile sınırlı kalmıyor. Uluslararası
düzeyde de sendikal birliğinin kaçınılmaz olduğu bir kez daha öne çıkıyor. Onca
çabaya karşın sermaye tarihin akışını durduramıyor ve özellikle emperyalist
ülkelerde sistemin ayrılmaz parçası niteliğindeki sendika üst yönetimleri
yükselen sınıf hareketi içinde tutunamıyor.
Dünya kapitalist sisteminin derinleşen bunalımı sonrasında
işçi sınıfının uluslararası tekellere karşı dayanışması daha da önem kazanmaya
başladı. Bu durum uluslararası sendikal birliğin derhal sağlanmasını isteyen
tarafların öne çıkması ve bu arayışların yoğunlaşmasına yol açtı. DSF’nin
istikrarlı genişlemesi ve güçlenmesi uluslararası birlik karşıtları UHSK
yöneticilerinin kasıtlı ve temelsiz propagandasını etkisizleştirdi. DSF’nin
sürekli sendikal birlik sorununu gündeme getirmesi, birçok UHSK sendikasını
duyarlı hale getirdi.
UHSK’nın antikomünist iki yüzlü politikası işçiler arasında
giderek daha fazla duyarlılık oluşması ile sonuçlandı. DSF, Latin Amerika, Arap
ve Afrika sendikalarını bir araya getirdi. Bu durum, kaçınılmaz olarak
sendikaların tabanda birleşmeleri ile sonuçlanıyor. Uluslararası sendikacılık
hareketi birlik yolunda hızla ilerliyor. Bu gelişmeler UHSK’yı olumsuz
etkilemekte gecikmedi. Bu kuruluş içinde yer alan 10 milyon üyeli İngiliz TUC
zorunlu olarak birlik yanlısı tavır almaya başladı. Bu uluslararası sendikal
harekette çok önemli bir gelişmedir. (4)
Geriye dönüp bakıldığında, işçi sınıfı hareketinin onca
dayatmalara ve engellemelere karşın her zaman birlik ve dayanışma arayışı
içinde olduğu görülüyor. Ama 21. yüzyıl kapitalizmi yepyeni koşullar altında
işçi sınıfına yeni dayatmalar getiriyor ve sendikal hareketin de tüm dünyada
olduğu gibi, Türkiye'de de bu dayatmalara karşı koyması, aksi takdirde yok
olmaya veya tümüyle etkisiz hale gelmeye mahkûm edildiğini görmek gerekiyor.
Günümüz dünyasında küreselleşme olgusu, işçi sınıfı
hareketinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehditlerin başında geliyor.
Küreselleşme esas olarak sermayenin çok uluslu nitelik kazanması anlamında
değerlendirilmesi gerekiyor ve artık metropol ülke sermayeleri, oluşturulan bu
küreselleşme hareketi çerçevesinde işgücü maliyetleri çok düşük olan ülkelere
gidebiliyor. Bu durum, metropol ülkelerde sermayenin işçi sınıfına karşı
giderek daha katı ve pervasız bir tutum takınmasına yol açıyor.
Bunun en belirgin sonucu, gelişmiş ülkelerde sendikalı işçi
sayılarında olağanüstü düşüşlerle kendini gösteriyor. Avrupa’da ülkelerinde
sendikal hak ihlallerinin bulunmamasına ve yürürlükteki mevzuatın sendikalaşma
önünde bir engel oluşturmamasına rağmen sendikalaşma oranlarındaki bu gerileme
dikkat çekiyor. İngiltere’de 25 yıl içinde sendikalı işçilerin oranı 55,1’den yüzde
30,4’e geriledi. Sendikal hak ve özgürlükler konusunda hiçbir önemli sorun
yaşamayan Almanya ve Avusturya’da aynı oranlarında gerilemeler yaşanmakta.
Ama artık durum ortada ve geleceğe bakmak gerekiyor. Türk-iş
ve DİSK yöneticilerinin Türk sendikal hareketinin bugün içinde bulunduğu
dağınıklığa çözüm doğrultusunda ilk adım olarak güçlerini birleştirmeleri
gerekiyor.
Uluslararası sermaye var gücü ile sendikaların ekonomik ve
siyasi örgütlerine saldırıyor. Sendikal birliğin parçalanması için başta CIA
olmak üzere, en ehliyetli örgütlerini bunun için harekete geçiriyorlar. Ama
görünen o ki, dünyanın dört bir tarafında sendikalar sermayenin oyununa
geldiklerini görüyor ve yakınlaşma ve birleşmenin sağlanmasının zamanının
geldiğini belirtiyor. Bunu Türk-İş ve DİSK yöneticilerinin de görmesi
gerekiyor.
____________
(1) DİSK yöneticilerinin 12 Mart askeri darbesini alelacele
desteklemeleri boşuna olmamıştı. Türk-iş bünyesinde Paşabahçe Grevi’ni
yönetememişlerdi, Üst örgüt talimatını göz ardı ettikleri için orada
barınamamışlardı. Kendi kurdukları TİP’ten onun bir anda yurt çapında ses
getirmesi nedeniyle ürküntüye kapılmışlar ve burjuvazinin saldırılarını
yoğunlaştırması sonucu selameti partiden ayrılmakta bulmuşlardı. Kısaca hem
sendikal, hem de siyasi hayatta dışlanmış gibiydiler ve burjuvazi için çok
kolay yem haline gelmişlerdi.
Bu söylenenler, bir zamanlar işçi sınıfı hareketindeki
duruşuna bakarak DİSK’i karalama gibi değerlendirilebilir. Oysa asıl olan
sonuçtur; bugün gelinen noktada hem sendikal hareketin bölünmüşlüğü ve hem de
siyasetteki yoksunluğu bakmak ve buna
göre değerlendirme yapmak daha doğru olacaktır.
(2) 1968 öğrenci hareketlerinin grusu H. Marcuse’nin son
paylaşım savaşı sırasında CIA’nın öncü kuruluşu adına çalıştığı, savaş sonrası
ile Dış İşleri Bakanlığı Avrupa İşleri’nin başına getirildiği biliniyor. Savaş
sonrasında Marcuse’nin ABD’ye çok başarılı hizmet vermiş olduğu açık ki savaş
sonrası tek kaygısı Avrupa’da koalisyon ortağa olan komünist partilerin
çökertilmesi olan ABD onu bu en prestijli görevin başına getirerek
ödüllendirmiş. Bu görevini de çok başarıyla yerine getirdiği görülüyor, zira ülkelerinin
yeniden imarı için burjuvaziye omuz veren komünist partiler şimdi yerlerde
sürünüyor. Savaş bitse de mücadeleyi sürdüren Yunan direnişçileri ise başı dik
ve iyice yakın görünen yeni görevlere hazırlanıyorlar. Bunun için, bkz: H.
Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, Çev. Seçkin Çağan, May Yay. Eylül 1968.
(3) G. Houpt, P. Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist
Hareketler, Gözlem Yay.
(4) Taner Tekin, Uluslararası Sendikal Hareket ve Türkiye -
DSF 9. Kongresi, Konuk Yay. Kasım 1978, İstanbul. s. 45.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder